Köy o gün yine huzursuzdu. Hava sanki artık hep karanlıktı. Köyün büyükleri yüksek sesle konuşmayalı çok uzun zaman olmuştu. Çocuklar eskisi kadar oynamıyordu ortalıkta. Köyün genç kızları dışarı adımlarını bile atmıyordu. Genç erkekler de yirmi dört saat ellerde silahlarla nöbetteydi. Kadınların bir kısmı mütemadiyen ağlıyordu. Her evde ağlayan bir kadın görmek mümkündü. Bir kısmı ise ya içlerinden birinin evinde toplanıyor ya da bir evin önünde bir köşeye sinip dedikodu yapıyorlar ve etrafa kötücül bakışlar atıyorlardı.
İşte böyle bir ortamda on beş yaşında bir çocuktu Oğuz. Kafası çok karışıktı. Zaten büyüyor olmanın verdiği bir sürü problem varken üstünde bir de köyün bu hali ona iyice zor geliyordu. Olan bitenle ilgili bir sürü farklı şey duymuştu. Köyün büyükleri köyün yakınındaki ormandan gelen cinlerin köye saldırdığını, köylüyü öldürmek istediklerini söylüyorlardı. Onlarla savaşılması gerektiğini söylüyorlardı. İki hafta içinde, biri başka bir köyden gelen sahtekar bir üfürükçü olmakla birlikte, tam yedi kişi ölmüştü. Üfürükçünün ölümü en trajik olanıydı. Ormandan köyün içine dolan ve uçuşan gölgelerin kökünü kazıyacağını söylemişti üfürükçü adam. Köyü korumak için orman hattına çekilen duvarda bırakılan kapıya benzer biraz genişçe boşluğun karşısında durmuş, bir şeyler gevelemişti. Bir anda sesi kesilmiş birkaç saniye sonra da bedeni adeta patlamış ve parçaları sağa sola savrulmuştu. Daha da kötüsü bu tüm köyün önünde olmuştu.
Köy ahalisi ormanın tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Ormanda bir tür uğursuzluk olduğunu, beton duvarın ötesine geçmemeleri gerektiğini ve mümkünse bir gündüz vakti tüm ağaçların kesilmesi gerektiğini düşünüyordu. Defalarca kez, havadaki gri bulutların biraz olsun dağılıp güneşe izin verdiği anlarda, ellerinde baltalarla ormana doğru hamle etmişler fakat aniden bastıran fırtına ile hepsi evlerine kaçmıştı. Ağaçlardan bir dal bile kesemiyorlardı. Oğuz tüm bunları izlemişti.
Ve o bütün köyden farklı düşünüyordu.
Kendisini sıklıkla ormanı izlerken buluyordu. Köylülerin yanıldığını düşünüyordu. Bir şey vardı. Tam açıklayamıyordu. Ama orman o kadar da kötü değildi. Mütemadiyen karanlık görünüyordu, evet. Ama sanki o karanlığın ötesinde, ormanı öylece görünce değil de bakınca ve biraz da bu görkemli ormana iyimser yaklaşınca bir ışık gördüğünü düşünüyordu. Böyle düşündüğü her seferinde de ormandan kendisine doğru taptaze, hayat dolu ve mis gibi kokan bir rüzgar esiyordu. Sanki orman onu haklı çıkarmaya çalışıyordu. Karanlığın ötesinde bilmedikleri, anlayamadıkları bir güzellik taşıyor olmalıydı orman. Oğuz bunu düşünmeden edemiyordu. Ama gördükleri ve köyün bir süredir yaşadığı durum kafasını karıştırıyordu. Ormandan gelen simsiyah gölgeler köyden yedi kişiyi korkunç bir şekilde katletmişti. Düşündükleri ile gördükleri arasında gidip geliyordu.
Tüm bunları düşünürken birden sert bir rüzgar esti. Evlerinin damında yine ormanı seyrediyordu. Ağaçlar devasaydı ve arkalarında ne olduğunun görülmesine izin vermiyorlardı. İfadesiz bir şekilde kafasını ormana giriş için duvarda oluşturulan boşluğa çevirdi. Aşağıdan annesinin sesi geldi. “De hadi guzum gel hele içeri. Hava karariy.” İçeri girmesi gerektiğini biliyordu. Cevap vermeden damdan aşağı atladı. Birkaç adım attıktan sonra köy meydanında köylülerin Sahab dedikleri adamı gördü. Ormana girmeye sadece o cesaret edebilirdi. Hatta kimi köylüler onu suçlamışlardı. Bu kötülüğü köye onun getirdiğini söyleyen de olmuştu bunun nasıl çözülebileceğini onun bileceğini düşünen de. Sahab ise kendi halinde köyün sağında solunda dolaşan zavallı bir adamdı. Oğuz daha önce birkaç defa Sahab’ı görmüştü fakat bir türlü konuşamamıştı. Birkaç saniyelik bir karasızlıktan sonra eve gitmekten vazgeçip Sahab’ın yanına koştu.
Sahab’ın yüzündeki ifade kendisini şaşırtmıştı. Sanki onu bekliyor gibiydi. “Hoşgeldin” dedi. Son derece net bir sesle, düzgün bir şekilde konuşuyordu. Kel, ağzında pek diş kalmamış, kambur yürüyen bir adamdı. “Ormanda ne yapıyorsun?” diye sordu Oğuz. Sahab çarpık bir gülümsemeyle cevap verdi. “Hiç.” Oğuz’un merakı artmıştı. “Nasıl hiç? Ormanda bir şeyler yapıyor olmalısın. Oraya sadece sen gidiyorsun.” dedi. Sahab gayet ciddi bir ifadeyle “Sen de git.” dedi. Oğuz cevabın aniliği ve netliği karşısında bir an afalladı. Gayet basitti aslında. Niye gitmiyordu ormana? Ardında olanları görmek istemiyor muydu? Köyün büyükleri evlerin bittiği noktadan duvara kadar olan tahminen yüz metrelik mesafeye girmeyi herkese yasaklamıştı. Ama ormana gitse kim ne diyebilirdi ya da yapabilirdi ki? Tüm bunları düşünürken Sahab birden doğruldu. Sert bir ifadeyle köyün içlerine doğru bakmaya başladı. “Git!” dedi Oğuz’a. Oğuz ne olduğunu anlayamadan o kambur adam kendisinden beklenmeyecek bir hızla ormana doğru koşmaya başladı. Arkasını döndüğünde ise köyün büyüklerinden birçoğunun yanlarına köyün gençlerini de alıp ormana doğru ilerlemekte olduğunu gördü. Ellerinde baltalar ve silahlar vardı. Oğuz korktu ve hemen evine doğru yürümeye başladı. Köyün her tarafından ellerinde silahlar ve baltalarla insanlar evlerinden çıkıyordu. Oğuz nedense bu manzaradan rahatsız olmuştu. Hızlı adımlarla evine girdi.
Annesi mutfakta bir şeyler ile uğraşıyordu. Oğuz hemen eve girip pencereye koştu. Sıkıca örtülmüş perdeyi aralayıp pencerenin dışına çakılmış tahtaların arasındaki boşluktan olan biteni izlemeye başladı. Köy ahalisi ormana yaklaşmıştı. Oğuz gerildiğini ve nefesini tuttuğunu fark etti. Dışarıdaki kalabalık artıyor, sesler yükseliyordu. Annesi yanına gelmişti. “Bakma guzum, gel hele şöle.” dedi fakat Oğuz izlemek istiyordu. Rüzgar iyice sertleşmişti ve penceredeki tahtaları sertçe dövüyordu. Oğuz ormandaki ağaçların itiraz eder gibi dallarını savurduğunu görüyordu. Köylüler ormanın kıyısındaydı artık. Köyün büyüklerinden biri birkaç adım öne çıktı. Elindeki baltayı kaldırdı. Tereddütlüydü. En azından Oğuz, bu mesafeden tam göremese bile balta elinde havada beklemesinden öyle olduğunu düşünüyordu.
Adam elinde baltayla öylece kalmıştı. Özenle hazırlandığı o darbeyi bir türlü indiremiyordu. Oğuz neler olduğunu merakla izliyordu. Cesaret edebilse çıkıp giderdi. Fakat adamın öylece kalması ve ahalinin huzursuzca geri adım atması onu iyice korkutmuştu. Dakikalar öylece geçti. Adam hala baltayı havada tutar vaziyette öylece duruyordu. Arkasında bekleyen köy ahalisi artık belirgin bir şekilde geri geri adım atıyordu. Bir anda bir kargaşa başladı. Köy ahalisi birbirlerini ezerek köye doğru kaçmaya başladılar. Ve arkalarından o gölgeler…ormanın içinden köye doğru uçuyorlardı. Simsiyahtılar, geceden bile karanlıktılar fakat bir şekilde seçilebiliyorlardı. Üç tane beş tane değil yüzlercesi gelmişti bu akşam. Elinde balta bulunan adam dizleri üstüne çökmüştü. Oğuz’un o mesafeden seçebildiği kadarıyla üstü başı yırtılmaya başlamış, her tarafından kanlar akıyordu. Köyde kesin bir kaos havası vardı. Silahlar patlıyor, küfürler savruluyor, herkes bir tarafa kaçıyordu. Oğuz’un annesi de tam arkasında oturmuş dualar okuyordu. Oğuz bu görüntü karşısında donup kalmıştı. Gölgeler köyün içine doluşmuş, her tarafta uçuyorlardı. Elinde baltayla ormanın kıyısında duran adam artık tanınmaz bir haldeydi. Ellerinde silah bulunanlar da artık ateş etmekten vazgeçmiş evlerine kaçıyorlardı. Bu kargaşanın ne kadar sürdüğünü bilmiyordu Oğuz fakat birkaç dakika içinde gölgeler köyü talan etmişti. Herkes evlerine kaçtı. Oğuz nefesini tutmuş olan biteni izliyordu. Tüm köylüler evlerine girdikten sonra gölgeler birkaç dakika daha evlerin üstünde uçuşmaya devam etti. Sonra sakin bir şekilde, sanki az önce köyü birbirine katmamış gibi ormana geri döndüler. Gecenin devamı sessiz, mutsuz ve korku doluydu. Oğuz o gece uyuyamadı.
Sabah olduğunu artık sadece saatten anlayabiliyorlardı. Hava o kadar ağır bir griydi ki sürekli gece zannediyorlardı. Köyün büyükleri erkenden ağacın dibindeki cesedi alıp ortadan kaldırmışlardı. Herkes sağda solda fısıltı halinde konuşuyordu. Oğuz bütün gece düşünmüştü. Bunun çözümü ağaç kesmek değildi. Bir cevap arıyorlardı ve Oğuz’a göre cevaplar ormanın içindeydi. Sabaha kadar pencereden görebildiği kadarıyla ormanın içine bakmış ve uzaklarda ufacık belli belirsiz bir ışık görmüştü. Hızlı adımlarla köy kahvesine doğru ilerledi Oğuz. On beş yaşında bir çocuğu köyün büyüklerinin dinlemeyeceğini biliyordu ama yine de şansını deneyecekti. İçinden bir ses ona böyle yapmasını söylüyordu. Köy kahvesine yaklaştığında gergin havayı hissetti. Kendisini fark etmemişlerdi bile. Kahvenin kapısından içeri girdi. Hemen köyün en sözü dinlenen adamı Bayındır Emmi’ye yöneldi. Bayındır Emmi iri yarı, sert bir mizaca sahip bir adamdı fakat köydeki en “konuşulabilir” insanlardan da biriydi. Oğuz’a dikkatlice baktı. “He söyle yiğen?” dedi sert bir ses tonuyla. Oğuz birkaç saniye bekledi. Sesinin gayet net ve titremeden çıkması gerekiyordu. “Ağaçları keserek bir şey yapamayız.” dedi. Köy kahvesindeki herkes bir anda sustu ve Oğuz’a bakmaya başladılar. Henüz on beş yaşında bir çocuk, kahvenin orta yerinde, köyün önde gelenlerinden birine bu şekilde karşı geliyordu. Herkes birazdan ne olacağını merak ediyordu. Oğuz gayet kendinden emin bir şekilde Bayındır Emmi’nin karşısında duruyordu. “Ya ne yapacaydık?” dedi Bayındır Emmi. “Ormanın içine gidilmeli. Biri gitmeli. Kim bilmiyorum. Ama ağaç keserek bu iş olmaz.” dedi. Bayındır Emmi bir dakika kadar Oğuz’a baktı. Sonra aniden kontrolsüz ve yüksek sesli bir kahkaha atmaya başladı. “Bah hele bah bah bah…ormana gidilecemiş. Ülen godoş daha gıyısına gittik nele geldi başımıza. Nasıl gidileceh oraa? Vasa sende on okka sen git.” dedi. Kahvedekiler Oğuz’a gülüyorlardı.
Oğuz çarpık gülüşlerin ve dalga geçen cümlelerin arasında öylece duruyordu. Bayındır Emmi’ye bakıyordu sabit bir şekilde. Ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Nasıl anlatacaktı ki onlara? “İçimden bir ses ağaç kesmememizi, bunun kötü olduğunu söylüyor” mu diyecekti? Daha fazla gülmelerinden başka bir şeye yaramazdı. Sinirliydi. Cesareti sorgulanmıştı. Ayrıca köydeki büyüklerinin ormana girememe sebebinin korkaklık olması da onu ayrıca yaralamıştı. Hepsi korkaktı onun gözünde. Altı yedi yaşlarındayken dedesinin söylediği bir şey geldi aklına o an. “Özümüz torpahtandır gözümün nuru.” demişti dedesi. “Torpah anadır, gardaştır, yardır. Torpahtan olan her bişe bizim baş tacımızdır. Ama şimdikile unuttu. Torpahtan olanı torpahtan aldıla.” demişti. “Bizim özümüz topraktan. Topraktan ne aldınız?” dedi. Bayındır Emmi’nin gülmesi kesildi. Oğuz ne demek istediğini kafasında tam belirlemeden öylece söylemişti. Ama Bayındır Emmi’nin dikkatini çekmişti bu. “Ne almışız la torpahtan?” dedi. Oğuz öylece kaldı. Söyleyecek bir şey bulamıyordu fakat sorduğu sorunun Bayındır Emmi’yi rahatsız ettiği belliydi. Kahvedekiler de susmuşlardı. “De get hadi işine…” dedi ve Oğuz’u kahveden kovdu Bayındır Emmi.
Oğuz gururu kırılmış ve korkaklıklarından dolayı tüm köy gözünden düşmüş bir şekilde kahveden çıktı. Nedense bir şekilde tüm cevapları Sahab’ta bulabileceğini düşünüyordu. Sahab’ı bulmalıydı. Köyün orman tarafına doğru yürüdü. Sahab’ı bulmayı umuyordu. Çok geçmeden Sahab onu buldu.
Köyün ormana bakan tarafında yıkık dökük, kimse tarafından kullanılmayan bir ev vardı. Evin tam yanında bulunan ağaç dallarını eve dolamıştı, adeta bir anne gibi evi sarıyordu. Oğuz’un içinden bir ses Sahab’ı orada bulacağını söylüyordu ve o ses yanılmamıştı. Fakat garip olan Sahab’ın kendisini bekliyor gibi görünmesiydi. Evin ormana bakan taraftaki kapısında bastonuna dayanmış, hafif bir gülümseme ile Oğuz’u karşıladı. “Gel hele…” dedi. “Gel konuşak.”
Evin içi boştu. Sahab orada mı yaşıyordu bilmiyordu ama yaşanılacak bir yer değildi. Sahab, Oğuz’un birkaç adım önünde duruyordu. Oğuz ne demesi gerektiğini bilmeden öylece duruyordu. Sahab sanki fark etmiş ki Oğuz bir şey sormadan konuşmaya başladı. “ Yılllaa yıllaaa öncee buralaa hep ağaçlıkmış Oğuz kardeş. Ormanda türlü canlı huzur içine yaşar imiş. Avcıla ihtiyacı kadarını ormandan izinlen alı, gidermiş. Fakat gün gelmiş Ademoğlu doymaz olmuş. Hep daha fazlasını istemiş durmuş. An gelmiş ki orman en böyük düşmanı oluvemiş Ademoğlunun. Kesmişle ağaçlaa. Buralaa, bastıın gezdiin her ye eskiden ağaç imiş.” Oğuz sakince dinliyordu. Kafasındaki soruların cevap bulmasına seviniyordu. “Bu yüzden mi köye saldırıyorlar?” diye sordu. Sahab evet anlamında başını salladı. “Onla, sen onlaa bi zarar etmeden zarar virmezle.” dedi. “Yani ağaçlar kesilmeseydi ya da ne bileyim, hala ağaç kesmeye uğraşmasak bize bir zarar vermeyecekler?”diye sordu Oğuz. Sahab yine sakince başını salladı. “Peki ya ormandaki ışık?” diye sordu Oğuz. Sahab gülümsedi. “Bi sen görüyon, benim haricimde.” diye cevapladı ve başını ormana doğru çevirdi. Oğuz da Sahab’ın baktığı yöne baktı. Oradaydı. Işık…parlak ve dinlendiriciydi. Sanki kendine doğru çağırıyordu. Ormanın içine, o korkunç ve görkemli karanlığın içine… “O ne?” diye sordu Oğuz. “Git de öğren.” diye cevapladı Sahab. Hala gülümsüyordu. Oğuz ışığa bakıyordu hala. Korkuyordu ama o ışığa gitmesi gerektiğine çoktan karar vermişti. Sahab ile o terk edilmiş evde konuştuğu an olan ise sadece bu kararının teyit edilmesiydi. Daha çok soru soracaktı. Sahab’a döndü fakat Sahab yüzünde kocaman gülümsemesi ile “Sorma bişi…git…git hade.” dedi.
Çok değil on beş dakika içerisinde Oğuz eve gitmiş, bohçadan bozma çantasına lazım olabilecek birkaç şey koymuş ve evden ayrılmıştı. Annesine görünmemeye özen göstermişti çünkü yakalanırsa biliyordu ki annesi bırakmayacaktı. Kendi halinde sakin bir kadın olan annesi, köydeki herkesten farklı olduğu her halinden belli olan oğlunun bu orman meselesinden uzak durması gerektiğini biliyordu. Annesinin böyle düşündüğünü bildiği için sessizce evden çıktı ve ormana doğru yürümeye başladı. Köye iyiden iyiye karanlık basmıştı. Artık gündüz mü gece mi belli olmuyordu. Hafiften bir yağmur başlamıştı. Oğuz hızlı adımlarla ormanın girişine doğru ilerledi. Herkesin görebileceği bir şekilde meydandan geçmişti. Bayındır Emmi köy kahvesinden dışarı baktı ve Oğuz’un acele bir şekilde ormana doğru yürüdüğünü gördü. “Napıyo lan bu maynah?” dedi ve hızlıca yerinden fırladı. Köyün büyükleri de kahveden çıkıp Bayındır Emmi ile birlikte Oğuz’un peşine düştüler. Oğuz bir anda Sahab’ın sesini duydu. Nereden geldiğini anlayamıyordu ama Sahab’ın sesi olduğuna emindi. “Koş!” diyordu ses. “Koş Oğuz! Arkana bakma!”. Oğuz korkmuştu. Sesin dediğini yaptı ve arkasına bakmadan koşmaya başladı. Bayındır Emmi’nin arkasından “Naapıyon lan maynah? Gel buraa…öldürtecen mi bizi?” diye haykırdığını duydu. Koşuyordu Oğuz. Bir taraftan birinin ‘Durdurun şunu!’ diye haykırdığını duydu. Öbür taraftan başka birinin bir diğerine Oğuz’u vurmasıyla ilgili bir şeyler söylediğini işitti. Silahlara sürülen fişeklerin sesini, Bayındır Emmi’nin küfürlerini duydu. Evlerden çıkanların, peşinden koşanların ayak seslerini duydu. Tek amaçları Oğuz’un ormana gitmesini engellemekti. Birinin “Vurun şu gavatı!.” diye haykırdığını duydu. Birbiri ardına patladı tüfekler. Oğuz korkusundan o an yapmakta olduğu şeyi sürdürdü ve koştu. Arkasından gelenlerle arasında çok mesafe yoktu. Muhtemelen vurulacağım diye düşündü. Ama vurulmadı. Sesler de bir anda kesildi.
Sadece Sahab’ın sesini duydu. “Koş Oğuz! Ormana gir! Ardına da bakma!” Denileni yaptı Oğuz. Arkasına baksaydı bütün köyü uçuşan gölgelerin bastığını ve Bayındır Emmi’nin paramparça bedenini görecekti. Annesiyle birlikte yaşadığı küçücük evi dışında tüm evlerin yıkıldığını, topraktan çıkan ağaç dallarının yakaladığı her köylüyü kemiklerini kırarak sardığını, yerden çıkan dikenlerin sağa sola koşanları paramparça ettiğini ve gölgelerin yakaladığı herkesi alıp götürdüğünü görecekti.
Arkasına bakmadı Oğuz. Ormana koşmaya devam etti.
Ne kadar koştuğunu bilmiyordu. Artık bacakları koşmaktan ciğerleri ise nefes almaya çabalamaktan yorgun düşmüştü. Birkaç adım daha attı ve yavaşlayarak dizlerinin üzerine çöktü. Bir süre başını yerden kaldırmadan hızlı hızlı nefes aldı. Birkaç dakika öylece durup dinlendikten sonra, hala dizlerinin üzerinde durur vaziyette, başını kaldırıp etrafına bakındı. Ormanın içindeydi. Yaşadığı köydekilerin lanet ettiği, korktuğu ve sürekli uzak durmaya çalıştığı ormanın içinde… Kaç defa denemişlerdi bu ormanı yok etmeyi? Kaç defa giden dönmemişti? Kaç kez ellerinde baltalarla ormanın kıyısına kadar gitmiş ve içlerinden birinin cansız bedeniyle dönmüşlerdi? “Muhtemelen ben de geri dönemeyeceğim.” diye düşündü. Köyünü büyük bir ihtimalle özleyecekti ama ortada özleyeceği bir köy kalmadığını o an bilmiyordu. Belki de hiç öğrenemeyecekti bu gerçeği.
Etrafı izlemeye devam etti. Devasa ağaçlarla kaplıydı orman. Tırmanılamayacak kadar yüksek ve görkemli boylarıyla adeta göğe varıyorlardı. Ve zirvelerindeki dalları…güneş ışığına çok ama çok az izin verecek şekilde birbirlerine kenetlenmiş, yeşil ve kahverengiden bir buluttular adeta. Oğuz tüm anlatılanları hesaba katınca bu görüntüden korkması gerektiğini düşünüyordu fakat tam tersine ona sakin ve huzurlu bir görüntü gibi geliyordu. Ağaçların arasında yerde kurumuş dalların ve çam iğnelerinin buluduğu bir patikadaydı. Serin bir rüzgar esiyordu etrafında ve uzaklardan, neresi olduğunu bilmediği yerlerden güzel kokular getiriyordu. Sağda solda ufak tefek hareketlenmeler sezdi. Arada bir bir çalı kıpırdıyordu. Bazen de uzaktan veya yakından bir hayvandan çıkabilecek sesler geliyordu. Ormanın sakinleri günlük hayatlarına devam ediyordu. Oğuz yabancılık çekmesi gerektiğini düşündü fakat son derece tanıdık, son derece samimi geliyordu her taraf. Ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Nereye gittiğini ve ne yapacağını bilmiyordu. Sahab’ın haykıran sesi ve içgüdülerinin birleşimi sonucu kendini burada bulmuştu. Sakin sakin yürüyordu patikada.
Hava kararmaya başladı. Zaten dallardan geçmekte zorlanan güneş ışığı, yerini karanlığa çok çabuk bırakmıştı ormanın içinde. Oğuz hala amaçsızca yürüyordu. Sanki Sahab’ı görmeyi ya da en azından onun sesini duymayı bekliyordu. Karanlık gittikçe artıyordu. Orman ilk başlardaki o kahverengi ve yeşil karışımı rengini gri, çamurlarla kaplı, korkutucu bir görüntüye bırakıyordu. Oğuz korkmaya başladı fakat geri dönemeyeceğini biliyordu. Ne olursa olsun gidecek ve karşısına ne çıkarsa görecekti. Birkaç adım daha attıktan sonra sağ tarafından, arkasından güçlü bir çatırdama; sanki bir ağaç ikiye ayrılıyormuşçasına bir ses duydu. Olduğu yerde kaldı. Karanlık zaten yeteri kadar korktucuydu ve bu ses iyiden iyiye titremesine sebep olmuştu. Gözlerini kapadı. Öylece durdu. Kaç saniye veya dakika durdu bilmiyordu. Ses kesileceğine gittikçe yaklaşıyor gibiydi. Oğuz titremeye başladı. Rüzgar sertleşmiş, hava iyice serinlemiş ve etrafa bir uğultu dolmaya başlamıştı. Oğuz gözlerini açma cesaretini gösterdi. Sağ tarafındaki ses çok yakındı. Arkasına dönüp bakmak istiyordu tüm korkusuna rağmen. Derin bir nefes aldı. Cesaretini topladı. Ve döndü.
Hiçbir şey yoktu. Ne ses kalmıştı ne de o sert rüzgar. Kocaman bir hiçlik vardı. Ağaçların belli belirsiz silüetleri ve yoğun bir karanlık…”Neydi bu?” dedi kendi kendine. Büyük bir ihtimalle karanlıktan duyduğu korku kendisine oyun oynamıştı. Rahatlamış bir şekilde geri döndü.
İşte tam o anda….arkasında hiçbir şey olmamasının verdiği anlık rahatlıkla yürümeyi planladığı yöne döner dönmez üzerine simsiyah bir şey atıldı. Oğuz korkudan ölecek gibi hissediyordu. O siyah şeyin ağırlığı ile geriye sendeledi ve düştü. Büyük ve kontrol edemediği bir gölgeydi bu. Gölge kimi zaman bir insan, kimi zaman da iri yarı bir ayı şeklini alıyor; yüzü bazen bir kartal bazense bir yılana benziyordu. Seçilebilen tek uzuv elleriydi. O ellerle Oğuz’un üzerine yüklendi ve Oğuz’u geri devirdi. Oğuz istemdışı bir şekilde elleri yakaladı ve geriye devrilirken kendini korumaya çalıştı. Yere düştüğünde üzerindeki karanlık, gölgeden ibaret bir ayıya dönüşmüştü. Hırlıyor, haykırıyor ve Oğuz’un suratını ısırmaya çalışıyordu. Etrafta haince ve dalga geçen kahkahalar duyuyordu Oğuz. Zayıf bir çocuk sayılmazdı, gölgenin ağırlığına iyi dayanıyordu ama ne kadar sürerdi bilmiyordu. Elbet gücü kesilecekti. Ayıyla boğuşurlarken etrafta başka birçok gölgenin koşuşturduğunu fark etti. Üzerindeki ayının başının gerisinden görünen dallarda devasa kanatlara sahip gölgelerin uçuştuğunu gördü. Gücü kesilecek gibi oldu. Dayanamayacağını, ellerini bırakıp ayıya tesllim olacağını düşünüyordu. Ormanda onu bulacak tek şey böyle bir ölüm müydü? Yoksa büyükleri haklı mıydı? Orman gerçekten tehlikeli miydi?
O esnada bir ışık; sapsarı, güneşten daha parlak bir ışık demeti üzerlerine geldi. Üzerindeki gölgeden ayı bir anda komut almış gibi durdu. Donuk, kırmızı siyah karışımı gözleriyle öylece Oğuz’a bakıyordu. İkisinin yüzü arasında bir karış mesafe ya var ya yoktu. Hiçbir şey yapmıyordu gölge. Öylece hırlayarak Oğuz’a bakıyordu. Birkaç dakika öylece durdular. Daha sonra gölge ayı, uysal bir şekilde ağzını kapadı ve Oğuz’un üstünde rüzgara karışarak ortadan kayboldu. Oğuz korkunun ve yaşadığı boğuşmadan dolayı hissettiği yorgunluğun etkisiyle yerinden kalkamadı. Yattığı yerden etraftaki gölgelerin ışıktan kaçmak yerine ışığın kaynağına doğru uçtuklarını gördü. Sapsarı ışık Oğuz’un önünde kalan yolu kaplamıştı. Hiçbir şey görünmüyordu. Kalktı yerinden ve ışığa doğru yürümeye başladı. Korku iyice kaplamıştı benliğini. Yapacak başka bir şey gelmiyordu aklına. Her şeyi göze alıp ışığa doğru yürümeye başladı.
Işık, Oğuz ilerledikçe, kör edici bir parlaklığa ulaşmıştı. Oğuz gözlerini kısmış, yere doğru bakarak sadece bastığı yeri görür bir şekilde yürümeye devam etti. Bir süre sonra bastığı yeri de göremez hale gelince ışığın gücünden kör bir halde, sonsuz bir rüyanın ortasında klavuzsuz kalmış bir şekilde güç bela yürümeye devam etti. Bir süre sonra hem korku hem de görememenin etkisiyle dizlerinin üstüne çöktü. Işık dayanılmayacak bir haldeydi. Oğuz yere bakıyordu ve hala tam açamıyordu gözlerini. Yine de içinden bir ses dayanması, devam etmesi gerektiğini söylüyordu. Vücudunda kalan son güçle ayağa kalkmaya çalıştı. Kollarını önüne siper etmişti. Işığın gücünden başı dönmeye başladı. Ama son bir güçle ayağa kalktı.
Ve baktı.
Ağaçların arasında yuvarlak bir açıklığın tam girişindeydi. Yerde taptaze, yemyeşil çimler vardı. Ay ışığı etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Çapı en fazla on veya on beş adım olan bu açıklığın ortasında kayın ağacı dallarından yapılma gibi duran ve tahta benzeyen bir şey duruyordu. Oğuz öylece bakıyordu bu yere. Bir süre sonra bu yuvarlak alanın her yönünden, ağaçların arasından çeşitli hayvanlar geldi. Kuzgun, sincap, kurt, geyik ve daha bir sürü hayvan yuvarlak alanın etrafına, ağaçlara doluştular. Son olarak da muhtemelen ışığın sebebi olan o kadın geldi.
Yanında ayıyla birlikte yuvarlak alana girdi. Uzun, bembeyaz bir elbise giymişti. Sapsarı saçları dalgalı ve upuzundu. Bembeyaz teni ay ışığından bile parlak görünüyordu. Gözleri masmaviydi. Gecenin tüm karanlığına rağmen yüzüne yayılan kocaman gülüşü güneş gibi parlıyordu. Çıplak ayaklarıyla bastığı her noktada çiçekler açıyor, çimenler olduklarından da taze bir hale bürünüyordu. Yürüdüğü yerlerde ışıldayarak akan küçük derecikler oluşuyordu. Oğuz’un nutku tutulmuştu. Alana yanındaki ayıyı severek giren bu uzun boylu kadın dosdoğru Oğuz’un gözlerinin içine bakıyor ve gülerek yaklaşıyordu.
“Hoşgeldin.” dedi şimdiye kadar Oğuz’un veya tanıdığı hiçkimsenin duymadığı kadar güzel bir sesle. Oğuz cevap veremedi. Kadın gülümsemesi bir an olsun yüzünden eksilmeden yürümeye devam etti ve ağaç dallarından oluşan tahta oturdu. “Gelsene.” diyip sağ elini davetkar bir şekilde Oğuz’a uzattı kadın. Oğuz vücuduna kendisi hükmetmiyormuş gibi hissederek yürüdü. Tam kadının karşısına, birkaç adım mesafeye kadar geldiğinde arkasında yerin altından dalların çıktığını ve kendisine bir koltuk oluşturduklarını fark etti. Oturdu. Görüntünün tüm güzelliği ve dinginliğine rağmen korkmadan edemiyordu ve hala konuşacak gücü kendisinde bulamıyordu. “Buraya gelirken küçük bir tatsızlık yaşadın, biliyorum. Bunun için herkesten özür dilemem fakat sana bir özür borçlu olduğumu düşünüyorum. Ama bizi de anlamalısın. Ormana, ormanlara çok zarar verdiniz. Size karşı eskisi kadar iyi niyetli ve misafirperver olamıyoruz. Özellikle onlar size karşı epey öfkeliler. Yine de senin iyi karşılanmayı hak ettiğini düşünüyorum. Sen farklı görünüyorsun.” dedi kadın. “Kimsin?” diye sorma cesaretini gösterebildi Oğuz, o an kendinden beklemeyeceği bir şekilde. Kadının yüzündeki gülümseme daha da kocaman bir hal aldı. “Ah! Siz insanlar ve şu her şeyi öğrenip doğaya hükmetme merakınız… Ben Orman’ın Ruhu’yum…çeşitli adlarım vardır dünyanın her yerinde. Bayanay içlerinde en sevdiğim. Ama sanırım konumuz bu değil. Değil mi Oğuz?” dedi kadın gayet samimi bir şekilde. Oğuz sakinleşiyordu. “Bana az önce saldıran o muydu?” dedi kadının yanında duran boz ayıyı işaret ederek. “Daha önce de dediğim gibi artık sizin türünüze karşı o kadar da iyi niyetli olamıyoruz. Hak vermelisin. Çok fazla kardeşini katlettiniz. Acımızı sonsuzlukla eşdeğer kılacak miktarda yuvalarını yok ettiniz. Size karşı pek sevgi dolu değiller artık. Sen de bunun kurbanı oldun ama senin farklı olduğunu şimdi onlar da hissediyorlar.” diye cevapladı kadın. Yanında duran boz ayı bunu onaylar bir şekilde garip bir ses çıkartıp kendisini sırt üstü yere attı ve komik bir görüntü oluşturdu. Oğuz bir anlık bir gülümsemenin ardından nerede ve ne durumda olduğunu hatırlayıp gerildi. “Sahab niye bana ormana koş dedi? Neden buraya gelmem gerekiyordu?” diyip aklına ilk gelen soruları sıraladı. “Sahab, bize karşı saygıyla yaklaşan ve bize zarar vermeyen kendi halinde bir adamdı. Olacakları ona gösterdik. O da senin tek kurtuluşunun bize gelmen ve bizim de senin içindeki iyi niyeti anlamamız olacağını düşündü. Evet, seni biraz riskli bir duruma soktu zira öfkeliydik ve göremeyebilirdik. Ama netice itibariyle buradasın ve görmeyi hak ettin.” dedi Bayanay. Oğuz sabırsızca “Neyi?” diye sordu. Kadın hala kocaman gülümsemesi yüzünde Oğuz’a bakıyordu. “Biraz sabır…” dedi.
Dakikalar geçtikçe Oğuz biraz daha rahatlamış hissediyordu. Sakinleşti ve kadınla konuşabilecek cesareti içinde hissetti. Karşısında duran o bembeyaz kadın ise bunu anlamış bir şekilde “İşte başlıyoruz.” dedi. Oğuz “Ormana zarar verdiğimiz için mi öldürdünüz? Hem siz, o gölgeler…hiç de zararsız varlıklara benzemiyorsunuz. Yani sadece ağaç kestikleri için mi ? Evet, tamam ben de doğru bulmuyordum. Ama bir açıklamaya ihtiyacım var sanırım.” diye heyecandan sesi titreyerek konuştu. Oğuz sadece köyde gördüğü ölümleri biliyordu. Bütün köyünün yerinde artık dalları göğe varan büyük ağaçlar olduğunu bilmiyordu. Bayanay, yüzündeki gülümseme birz daha azalmış ama hala samimi bir ifadeyle cevapladı.
“Bak küçük adam! Bu yerler, bu görmüş olduğun bütün kocaman orman siz burada yokken de vardı. Siz tarihin içinde küçücük birer toza dönüştüğünüzde de burada olacak. Biz ise sandığınız veya size kendimizi göstermek zorunda bırakıldığımız yüzümüz gibi kötü veya yıkım getiren varlıklar değiliz. Doğanın ruhları sadece ve sadece tüm bu canlılığın bir parçasıdır. Bizler var olduğumuz bu yerleri koruyoruz. Evlatlarımız var, yuvalarımız var. Tek yapmaya çalıştığımız tüm bu büyük düzen içerisinde doğa ananın kollarında uyum içerisinde yaşamak. İstediğimiz de biraz saygı. Hepsi bundan ibaret. Biz bu yerlerin ruhlarıyız. Koruyucuları, ikamet edenleri ve idame ettirenleri… Ama siz bunu anlamakta güçlük çekiyorsunuz. Görmüş olduğunuz ve gördüğünüzün ötesindeki hiçbir şeyin sahibi değilsiniz. Evet, belki güçlü ve aktif birer parçasısınız ama sahip…asla değilsiniz. Kendinizi öyle zannedip yok etmeye başladınız. Bizler de buraları sahiplenmek ve korumak zorunda kaldık. Tek yapacağınız doğa anaya ve bizlere biraz saygı duymaktı. Ama yapamadınız. Senin köyündekiler bizi ve yuvalarımızı yok eden milyonlardan sadece birkaçıydı. Biz bize yapılanın karşılığını verdik hepsi bu. Sen ise farklıydın. Bir şekilde, içinde bir yerlerde bizi duyuyordun. Bu yüzden sana dokunmamak için elimizden geleni yaptık ve bir şekilde buraya kadar geldin. Bundan sonrasını görmek veya görmemek senin elinde.”
Oğuz, kadının söylediği her şeyi noktasına virgülüne kadar beynine kazımıştı adeta. O da Bayanay gibi düşünüyordu fakat ifade edemiyordu. Ama doğruydu. Kendileri doğanın düzenine, bu ruhların yaşadığı yerlere fazla gaddar davranmışlardı. Peki bundan sonrası neydi? Kadın ona neyi göstermekten bahsediyordu.
“Devam edersem ne göreceğim?” diye sordu aniden.
“Axis Mundi…” diye cevapladı Bayanay. Tüm kainatın, tüm bu düzenin merkezi…Büyük, Ulu Kayın Ağacı, Kayın Ana…. Ağaçların en ulusu, en yücesi…tüm varlığın, var olanın merkezi ve başlangıcı… yeraltının, yerin ve gökyüzünün direği…O olmasa her şey dağılıp gider. Kontrolsüzce zarar verdiniz ona. Ama o hala tüm haşmetiyle ayakta. Onu görmek herkesin harcı değildir. Zira beynin veya kalbin bu görkeme dayanmayabilir.”
Oğuz bir an düşündü. Geri dönemeyeceğini biliyordu. Bu geceden sonra asla aynı çocuk olamayacaktı. Görmek istiyordu. Madem böylesi bir lütfa bu kadar yakındı. Görecekti.
Bayanay, henüz Oğuz bir şey söylemeden, kocaman gülümsedi ve elini kaldırıp Oğuz’u susturdu. “Öyleyse göreceksin. Ama sonrası için söz veremem.” dedi kadın. Oğuz tam bir teslimiyet ile kendini bıraktı.
Bir anda etrafındaki her şey yok oldu. Kapkaranlık ormanın içinde yapayalnız kalmıştı. Her tarafta korkunç uğultular, haykırışlar veya çığlıklar halinde sesler vardı. Oğuz korkuya kapılmıştı. Her tarafını çepeçevre saran orman bir girdap gibi dönmeye başladı. Ağaçların arasındaydı. Ağaç dalları, yapraklar etrafta uçuşuyor; yerden fırlayan ağaç kökleri Oğuz’un kollarına ve bacaklarına dolanıyordu. Oğuz bağırmak istedi ama ıslak, sert bir ağaç dalı ağzını kapadı. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Ağaç dalları Oğuz’un etrafını iyice sarmış, onu göğe doğru kaldırıyordu. Bir süre yükseldikten sonra bu sefer ileri hareket etmeye başladı dallar. Oğuz’un elinden korkmaktan başka bir şey gelmiyordu. Artık bulunduğu yer sadece bir kaostan ibaretti. Dallar onu iyice yükseğe çıkarmış, yoğun bir sis bulutunun arasından ileri götürüyordu. Belli belirsiz bir güneş ışığı dolmaya başladı sisin içine. Oğuz korkusundan direnmiyordu artık. Buraya kadar ölmek için mi gelmişti?
Ne olduysa o anda oldu. Sis perdesi hızlı bir şekilde dağıldı ve Oğuz’un gözleri başta olmak üzere tüm varoluşa güneş ışığı hücum etti. Gördüğü görüntü karşısında gözleri faltaşı gibi açılmıştı Oğuz’un. Dalların niye ağzını kapadığını şimdi anlıyordu. Muhtemelen bu görüntünün görkemi karşısında, o sis bulutundan duyduğu korkuya karşılık olarak haykırabileceğinden bin kat daha fazla haykırırdı. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Bedeni kilitlenmişti.
Karşısında devasa bir ağaç vardı. Ama bildiği, tanıdığı türden bir büyüklük değildi bu. Kökleri yerin altına inen, zirvesindeki dallar ve yapraklar göğü delip geçen bir ağaçtı. Devasa bedeni oyuklar ve tümsekler ile doluydu. Masmavi, açık gökyüzünün merkezinde yeri ve göğü birleştiriyordu. Arkasında ucu bucağı olmayan bir açıklık, köklerinin etrafında ise gökten de mavi bir deniz….Dallarında, tümseklerinde ve oyuklarında yüzlerce kartal yavrusu vardı. Yüksekteki dallara devasa kanatlarıyla güneşi bile kapatabilecek büyüklükteki kartallardan biri konarken diğeri o dallardan yükseliyordu. Kartallar ağızlarında veya pençelerinde beyaz gri karışımı, belirsiz duman bulutları getirip dallardaki yuvalara bırakıyorlardı. Güneşin haşmeti, göğün maviliği, ağacın görkemi ve canlı yeşilliği ile dibindeki sonsuz denizin berraklığı bakması kolay olmayan, bakanın akıl sağlığını sarsacak türden bir güç barındırıyordu. Ağaç canlıydı sanki. Bir insan gibi kalbi var ve damarlarında kan akıyor gibiydi. Oğuz bu görüntü karşısında kendinden geçmişti adeta. Kulağına o kadının sesi geldi. Kadın…Orman’ın Ruhu…Bayanay… “Bunu görmek her canlıya nasip olmaz, nasip olan her canlının da ruhu buna dayanmaz. Belki seninki de dayanmayacak ama var olan en güzel, en kudretli şeyi görüp bastığın topraktaki, soluduğun havadaki güzelliği, kutsallığı tatmış olmak yetmez mi? Bu Axis Mundi…yaratan ve yok eden…cehennemi yeryüzüne, yeryüzünü gökyüzüne bağlayan…Ruhların yuvası… Görmüş olduğun her canlının dünyaya geldiği ve dünyadan geri döneceği yer…Üzerindeki yaraları görüyor musun? Kan gibi akan yemyeşil dereleri… Siz açtınız onları. Doğa Ana’ya verdiğiniz her zarar onu derinden yaraladı. Bir gün gelecek ve onu yıkacaksınız. O zaman ne olacak biliyor musun ? Şu gördüğün engin deniz, sonsuz su, ab-ı hayat….sizin sonunuz olacak. Axis Mundi gidecek ve aslında kontrol edilemez yok edici su prangalarından kurtulacak ve hepinizin sonu olacak. İşte gördün! Nasıl bir görkeme sırt döndüğünüzü, öldürdüğünüz her serçenin kırdığınız her dalın aslında nasıl da sizi sonunuza götürdüğünü!”
Ağaç, Axis Mundi, sonsuzluk gibi görkemliydi. Oğuz görüntüye daha fazla dayanamadı. Kendini bıraktı. Dallar etrafını iyice sardı. Artık sadece dallardan yanlara sarkan güçsüz kolları görünüyordu. Taze, yeşil kahverengi kökler onları da sarıp Oğuz’u dallardan ve yapraklardan oluşan bir yığına dönüştürdü. Oğuz’u gökte tutan kökler, Oğuz’un cansız bedenini Axis Mundi’ye doğru götürmeye başladı. Oğuz artık bir olanla bir olmuştu. Bütünün parçasıydı ve bütüne geri dönmüştü. Dallar ağaca karıştıktan sonra Axis Mundi’nin; o büyük, görkemli, güzelliği dünyadaki hiçbir lisanda ifade bulamayan ağacın birkaç yarası kapandı.
Ve sessiz sedasız bir şekilde…griye çalan beyazlıkta bir duman çıktı dalların ağaca birleştiği yerden…bir kartal geldi…pençeleriyle nazikçe aldı o dumanı…yükseldi…o devasa kanatlarıyla adeta güzel bir melodi çalar gibi yükseldi…ve ağacın dallarında bir yuvaya sakince bıraktı…