Oğlu Mehmet Akif’in diğer çocuklardan farklı geliştiğini anlayan Zehra Yiğit, doktora gitmekte gecikmez.

Mehmet Akif’e iki yaşındayken otizm teşhisi konulur. Yiğit ailesinin hayatı o günden sonra bambaşka bir boyut kazanır. Zehra Hanım, oğlunun eğitimi için elinden geleni yapar. İstanbul’un farklı semtlerini her gün oğlunun tedavisi için dolaşır. Sabah sekizde başlayan koşuşturmaca akşam saatlerine kadar sürer her gün. Dil terapisi, rehabilitasyon, gelişim eğitimi… Her biri için ayrı ayrı yerlere gitmek gerekir. Lakin otuz sekiz yaşındaki Zehra Hanım, halinden asla şikâyetçi olmasa da büyükbaba Bilal Yiğit’in kızının ve torununun bu temposuna gönlü razı değildir. Mülkünü kızına devrederek bu eğitim için kullanmasını söyler. Zehra Hanım, babasının desteğiyle kendi çocuğunun eğitimini karşılamak yerine başka çocuklara kol kanat gerer. Babasının üç villasına kısa sürede ‘Cennet Özel Eğitim Rehabilitasyon Merkezi’ tabelasını asan Yiğit, şimdi Mehmet Akif’le birlikte onlarca çocuğun en büyük destekçisi. Kurum, otistik, down sendromlu, öğrenme güçlüğü çeken (4-7 yaş grubu) çocuklara ve ailelerine hizmet veriyor. Zehra Hanım’ın mücadelesi hepimize tanıdık gelmiş olabilir. Zira bu duyarlılık ve fedakârlığı genellikle engelli yakınları gösteriyor maalesef.

Engelliler, gündelik hayatımızın kıyısında bir yerdeymiş gibi yaşayıp gidiyoruz. “Her birey potansiyel engellidir.” sözünü hatırlıyoruz hatırlamasına ama en çok bu konuda empati yetimizi kullanamıyoruz. Devletin üzerine düşeni yapması, eğitim-sağlık desteği sağlanması, engelli dostu şehirler oluşturması, istihdam sorunlarını gidermesi oldukça önemli. Ancak toplumun da üzerine düşen vazifeler hiç de az değil. Sosyal Hizmetler Uzmanı Psikolog Elif Sultan Demirhan’a göre engellilere yalnızca insanî ilişkiler perspektifinden yaklaşmak için kendi yapabileceklerimize odaklanmamız önem arz ediyor. Çünkü toplumsal baskılar ve dışlanma, engelliler ile yakınlarının en büyük sıkıntılarından biri. Bu sebeple Demirhan, öncelikle “Onları hayatımıza neden dâhil etmek istemiyoruz?” sorusunun cevap bulması gerektiğine inanıyor. Zira kişi vicdan mekanizmasını harekete geçirmek istemediğinde iki farklı ruh haline bürünüyor. Ya her şey mükemmel ve kendi kontrolünde olduğu bir evrende yaşadığını zannedip çevresini görmezden geliyor. Ya da bir savunma mekanizması olarak engelli kişilere acımaktan öteye gitmiyor. Elif Sultan Demirhan, her iki durumda da sorumluluktan kaçıldığını ve dışlamanın sürdürüldüğünü, “Kişi, en iyi sorumluluk bir başkasından sorumsuzluktur anlayışı ile komşusuna yardımdan kaçıyor. Engelli komşu istemiyor. Çocuğunun bu özel durumunu öğrendiğinde eşinden ayrılan, çocuğunu sokağa bırakan, okullarda engelli çocukları dışlayan, yardımı esirgeyen herkes aslında bir korkuyla hareket ediyor: Ya benim de başıma gelirse?” sözleriyle izah ediyor.

EN BÜYÜK PROBLEM İLETİŞİMSİZLİK

Bizler “Bütün sorumluluk devletin!” deyip sorumluluktan kaçtığımızda bu imtihanla baş edenlerin işi kolaylaşmıyor ne yazık ki. Çünkü devlet kurumlarının elinin uzanamayacağı boyutları da var meselenin. İnsanın insana manevî desteğini sağlayacak bir kurum düşünülebilir mi? Otistik engelli Muhammed Çağrı’nın babası Ali Osman Alıç, çevrenin desteğinin önemli olduğunu doğruluyor. Zira devlet kadar toplumun da yardımına ihtiyaç duyuluyor. Çocuğu için onlarca okul, rehabilitasyon merkezi değiştiren Alıç, fedakâr babalardan. İşte hikâyesi: Bir taraftan çocuğunu özel okula gönderebilmek için gece nöbetlerine kalan baba, diğer taraftan psikolojisi bozulan eşine yardımcı olmaya çabalar. Bu süreçte en büyük desteği iş arkadaşlarından görür. Meslektaşları uzun süre onun çocuğu ile ilgilenebilmesi için iş yükünü paylaşır.

Engelli yakınları koruma içgüdüsü ile çocuklarını belirli ortamlardan uzak tutabiliyor. Dahası toplumsal baskı, önyargı, kendilerine gösterilen acıma duygusu da rahatsız edici kuşkusuz. Uzman Psikolog Zahide Çakır Çilesiz, yok sayma davranışının engele sahip kişilerin varoluşlarını sorgulayıp mutsuz olmalarına yol açtığını düşünüyor. Çünkü “Ben neden varım, neden böyle oldum?” gibi düşünceler her seferinde akıllarına gelebiliyor. Engelli bireylere karşı yapılan düşüncesizlik, örneğin onlara uygun fiziksel şartların yeterli olmaması da onlarda çaresizlik duygusu oluşturabiliyor. Tam da bu sebeplerle özel durumu olanların yüzde yetmişi ne yazık ki çalışamıyor. Çalışanların da iş ortamında yaşadıkları negatif ayrımcılık acı bir gerçek. Zira daha düşük maaş, izin kısıtlamaları, statü farklılıkları onlarda yaptıkları işin diğerlerinden daha değersiz olduğu hissini doğuruyor. Çilesiz, bu ve bunun gibi özgüveni zedeleyen davranışların kaynağının iletişimsizlik olduğunu ifade ediyor: “En büyük problem yüz yüze iletişimden kaçınılması. Toplum olarak engele sahip bireylerin farkında bile değiliz onların.

Bizden soyutlanmış olarak yaşamalarını istiyoruz. İlişkilerimizi belirli bir düzeyde tutuyor, ilerletmiyoruz. Tanımak, anlamak odaklı davranmak zor geliyor. Pek çok alanda engele sahip bireyleri göremiyoruz. Bundan rahatsızlık duymamız gerekir, çünkü derecesi ne olursa olsun ülkemizde özel durumu olan binlerce insan yaşıyor.”

Hayatta hiçbirimizin bela, musibet, kazadan duçar olma garantisi yok. Şu anda sağlıklı olan birinin birdenbire engelli olma ihtimali her daim mevcut. Bütün bunları bildiğimiz halde tevekkül etmekte zorlanıyoruz. Yalnızca kendi imtihanlarımızı değil, başkalarının sıkıntılarını da kendimizce yorumluyoruz. Bu hadsizliğin en sevimsiz hali ise sağlıkla ilgili konularda arz-ı endam ediyor. Engeli olan biriyle karşılaşıldığında; “Günahlarından dolayı mı imtihan yaşıyor?”, “Kötü bir şeyler yaptı da sakatlandı herhalde.”, “Kesin akraba evliliği yapmıştır da ondan böyle olmuştur.”, “Ailenin genlerinde bozukluk var galiba.” gibi uygunsuz yorumlar çıkıveriyor dillerden. Oysa başımıza gelenlerin ceza, imtihan ya da günahlara kefaret olduğuna biz karar veremeyiz. Kelam âlimleri tarafından tartışılan bu meseleyle ilgili kesin bir hüküm söz konusu da değil zaten. Hal böyleyken konuya kendi sorumluluklarımız ekseninde bakmanın önemi ortaya çıkıyor. Aynaya bakmayı unutup etrafı gözetlemekten vazgeçmek gerekiyor.

ORTOPEDİK ENGELLİ SAHABİ SAVAŞA KATILIR

Engellilere nasıl yaklaşacağımız konusunda en büyük rehberimiz Şahid-i Mukaddes Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem). Her dönemde olduğu gibi Asr-ı Saadet’te de engelliler yaşamış elbette. Cahiliye toplumunun baskılarına rağmen Efendiler Efendisi, engellilerin en büyük destekçisi olmuş. Peygamberimiz’in insanî ilişkilerini hadis-i şeriflerden öğreniyoruz. Nitekim Resûlullah, Ashab’dan sağlığı için dua edilmesini isteyenlere dua etmiş, hastalıklarda şifa aramayı emretmiş, engellilerin hak ve sorumluluklarını her zaman gözetmiş, onlara sorumluluk vererek hayata dahil olmalarını sağlamış. Örneğin ortopedik engeli olan Amr b. El-Cemuh, savaşa katılmakla yükümlü olmadığı halde muharebelere katılır. Fiziksel engelli sahabi Muaz b. Cebel, Yemen’e vali olarak gönderilir. Kur’an öğreticisi Abdullah b. Ümmi Mektum da görme engellidir. Kendisi vazifeye layık olduğundan Mescid-i Nebevi’ye müezzin olarak tayin edilir. Yine Efendimiz, görme engelli sahabilerin cemaate katılmasına ve mescitte bulunmasına hususi ihtimam gösterilmesini emreder. Bu gibi örnekleri Asr-ı Saadet’te çoğaltmak mümkün. Bütün bu misaller Merhamet Peygamberi’nin engellilerin hayattan tecrid edilmesine mani olduğunu anlamamıza yetiyor. Engellilere metanet, sabır ve duayı tavsiye eden Allah Resûlü, yetenek ve istidadına göre gerekli mevkilere uygun gördüğü kişilere, kimsenin acınması ve horlayıcı tavır takınmasına izin vermez. Böylece Nebiler Serveri, insanın Allah ile münasebetini anlattığı gibi insanın insanla iletişimini de en güzel biçimde temsil buyurur. Din psikolojisi uzmanı Psikolog Beyza Akınal, tecrit psikolojisinden kurtulmamız için Efendimiz’in yöntemlerinin uygulanmasını tavsiye ediyor. Akınal’a göre özellikle bedensel kusurlarda kişi, yalnız kalmak istiyor. Anlaşılmama kaygısıyla kabuğuna çekilmeyi uygun buluyor. Onların bu duyguyu yenmelerine yardımcı olmak da bize düşüyor. Peygamberimiz, bedenî kusurlarından dolayı çölde yaşamak isteyen sahabe efendilerimizden Hz. Zahir’e hiç kimseye göstermediği yakınlığı gösterir. Onunla şakalaşır, ona iltifatta bulunarak kendini iyi hissettirir.

Bizlerin bu hassas konuda Efendimiz’in yolundan gitmemiz elzem. Çünkü toplum olarak en fazla tahribatı ruhlarda oluşturuyoruz. İmtihan olarak görmemiz gereken bazı kusurların da önüne geçiyor engellilerin gönlünde açtığımız yaralar. Dinî ve insanî ölçüleri unutarak özel durumu olanların ya da yakınlarının ruhî engellerini daha da artırıyoruz. Bir bakış, ima, kayıtsızlık her şeyi yerle bir ediyor. Akınal, toplumumuzun durumunu, “Aramıza aşılamaz duvarları biz örüyoruz. Üstünlüğün takvada olduğunu unutup görünene aldanıyoruz.” sözleriyle özetliyor. Eşrefi mahlûkat olan insanı değerli ve kıymetli kılan kriterler fizikî ya da biyolojik nitelik taşımıyor. Kendi irademize bırakılmayan doğumumuz gibi bedenimiz, görünüşümüz ve fıtratımızı da biz belirlemiyoruz. Günaha girme riski, nefis ve şeytan karşısında hepimiz aynı acziyeti taşıyoruz. Zaten kulluk yönüyle hepimiz rahmete aynı ölçüde muhtacız. Yanılıyor muyuz yoksa?