porno escort diyarbakır iskenderun escort
10 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Amak-ı Hayal/Filibeli Ahmed Hilmi(Tasavvuf)

  1. #1
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart Amak-ı Hayal/Filibeli Ahmed Hilmi(Tasavvuf)

    (Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi,Dr. Ahmet Zeki İzgöer)

    ...
    Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı.Hafif ve latif bir şekilde üflemeye başladı.
    Mezarlığın sessizliği ve neyin hazinli sedası,gönlümden bazen hüzünlü bazen neşeli ahlar çıkaracak kadar şiddetliydi.



    Bu fena mülküne ibretle nazar kıl,ey can!
    Gafleti eyle heba,hali değildir meydan
    Kanı Sultan Süleyman,kanı İskender Han?
    Sad-hezar ömrü sürur ile geçirsen bir an
    Ne güle ,bülbüle baki,a gözüm bağ-ı cihan
    Kime yar oldu muradınca felek devr-i zaman?



    Uyku ile uyanıklık arasında kaldım.Hayalin derinliklerine dalmıştım.

    BİRİNCİ GÜN
    *
    HİÇLİK ZİRVESİ
    Gözlerim kapalı olduğu halde görüyordum...Kendimi,yaşadığım yere benzemeyen geniş bir ovada buluyordum.Ova ,o güne kadar görmediğim bir takım bitkilerle doluydu.Sazlıklarımızı andıran uzun otlar arasında çeşit çeşit hayvanlar geziniyordu.Bunların bazısı yırtıcı canavarlardı.Fakat ben onlardan korkmuyordum.Korkusuzca yoluma devam ediyordum.Ara sıra bana bir şeyler söyleyen bir de arkadaşım vardı.Fakat kendisini göremiyordum.Bir şey sormak gerekirse,sorup cevabını alıyordum.

    Saatlerce yürüdük,yoruldum.Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu ,nereye gittiğimizi sordum:

    -Hindistan'dayız.Hiçlik Zirvesine gidiyoruz ''dedi.

    Israrlı bir şekilde yoluma devam ettim.Bir süre sonra karşımızda bir dağ göründü.Yüksek,çok yüksekti.Bir süre daha yürüdükten sonra dağa ulaştık.Gümüş gibi parlayan bir dereciğin kenarında bir kulübeye doğru gitmemi arkadaşım söyledi.Kulübeye gittim.İçinde genç bir adam vardı.
    -Ne istiyorsun?dedi.Ben ne istediğimi bilmiyordum.
    Arkadaşım cevap verdi:
    -Hiçlik Zirvesi'ni ziyarete getirdim.Lütfen rehberi olun!dedi.
    Genç adam bana memnuniyetini belirten bir gözle baktı.Elimden tutarak :
    - Gel !dedi.Bir ağacın gölgesinde oturduk.Bana dedi ki:
    -Hiçlik Zirvesi'ne insanların binde,yüz binde biri çıkamaz.Çünkü ona çıkmak için insanın kendisine hakim olması gerekir.Bir kalpte arzu ve emel olursa ,yollarda kalır.Oraya ancak canlı cenazeler çıkabilir.Sen kendinde öyle bir kuvvet hissediyor musun?
    Bilakis dayanıksız ve sabırsız bir adam olduğumu,fakat iyi niyetli biri olduğumu söyledim.
    -Yazık!İnsanların çoğu böyledir.Hele bir teşebbüste bulunalım.Belki başarırız!dedi.Beni elimden tutarak yeniden kulübeye götürdü.




    -Bugün burada misafirsin .Yarın,seher vakti yola çıkarız.Şimdi vaktimizi boşuna geçirmemek için biraz konuşalım.''dedi.İsmimi sordu.
    -Raci ''dedim.
    Kendisine büyük saygı duymaya başladığım bu zata ben de sıkıla sıkıla ismini sordum.
    -Buddha Guatama Şakyamuni''cevabını verdi.Buddha'nın huzurundaydım.Büyük bir hürmetle ayağa kalkarak elini öpmek istedim.Öptürmek istemeyip:
    -El öpmen benim için ise ,ben hiçim.Benim nazarımda hürmet ile hakaret birdir.Senin için ise ,içten muhabbetin yeterlidir''dedi.

    Ertesi gün seher vakti yola çıktık.Buddha elimden tutuyordu.

    Hiçlik Zirvesi'nin etekleri dünyamızda ,daha doğrusu dünyamızı basit bir gözle seyrettiğimiz eşsiz bir güzelliğe sahipti.Tırmanmaya başladığımız yolun her iki tarafı türlü türlü güzel çiçeklerle kaplıydı.
    İnsanı kendinden geçiren güzel bir koku çevreye yayılmakta,gül fidanlarını muhabbet yuvası edinmiş bülbüllerin nağmeleri insanın kalbini titretmekteydi.Üzerinde yürüdüğümüz yol pek ince ve altın gibi parlak,pamuk gibi yumuşak bir kumla örtülüydü.Yolun her iki tarafından akan şirin ve mini mini derelerin şırıltısı,aşığın maşukuna kavuştuğu sırada söylediği kesik,heyecan verici,titrek ve coşkulu sözler gibi kulak ve kalbi okşuyordu.Dağa çıktıkça güzellikler de artmaktaydı.

    Nihayet bir köşke ,daha doğrusu mini mini bir saraya ulaştık.Bir taraftan yükseklere doğru tırmanmak ,diğer taraftan da hava beni fevkalade acıktırmıştı.
    Köşkün içine girer girmez en nefis yemeklerden yayılan kokuları burnum hissetmeye başladı.Büyük bir odaya girdik.Ortasında sofra kurulmuştu.Sofrada altın tabaklarla birlikte,insanoğlunun sanatkarca icat ettiği ne kadar çeşitli yemek varsa hepsi konulmuştu.Bana kalsa hemen sofraya oturup karnımı doyuracaktım.Fakat Buddha ,bir taraftan elimden tutuyor,bir taraftan da kulağıma :

    -Hiçlik Zirvesi'ne çıkıyoruz.Bu yemekten yersen buradan dönmen ,benden ayrılman gerekir''dedi.

    Çok acıkmama rağmen emre boyun eğdim.O enfes yemeklerin karşısında bir saat oturduk.
    Buddha konuşmuyordu.Ben ise bir takım garip bastırılmış duyguların etkisi altında eziliyordum.
    Bu zatın yaşayan,yemek ve içmeye muhtaç bir insanı ,melekler gibi aç tutmak düşüncesinde oluşuna içimden son derece kızıyordum.
    Nihayet birdenbire:
    -Haydi ,gidelim!Yeteri kadar dinlendik''dedi.

    Saraydan çıkacağımız sırada cennetteki hizmetçileri andıran bir genç karşımda durdu.
    Elindeki altın tepsi içinde ,üç tane billur kase bulunuyordu.Bunların birinde su,diğerinde şerbet,üçüncüsünde ise şarap vardı.
    Genç:
    -Efendim,tırmanılacak yer daha pek uzaktır.Yemek yemediniz.Bari bir şeyler içiniz''dedi.

    Son derece kibar ve nazikçe sunulan bu teklife hemen uyarak şarap kasesini elime aldım.
    Genç,sevinç ve memnuniyetle yüzüme bakıyor,seher vakti ortaya çıkan güzellikleri andıran hoş bir gülümseme,yüzündeki parlaklığa göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu.

    Kaseyi dudaklarıma değdireceğim bir sırada Buddha elime vurdu.
    Kase yere düştü.Bir şey söylemeyerek elimden tuttu.

    Saraydan çıkıp yolumuza devam ettik.Tam bu sırada gaipten gelen bir ses duydum.

    Bu ses o kadar güzeldi ki,Davud'un sesi onun yanında solda sıfır kalırdı.

    Şöyle okuyordu:


    -Yürü,ey sayih-ı avare yürü,durma yürü!

    Koymasın rah-ı visalden seni ezvak-ı misal

    Bu bedayi,bu letaif heme rüya ve hayal

    Yürü ,ey zair-i biçare yürü,durma yürü!

    Yürü ki,nüzhet-i vuslatta teali göresin

    Yürü ,aslında fena bul,budur etvar-ı kemal

    Yürü,alayişi terk et,içesin ke's-i visal

    Yürü ki,saha-i hiçi de tecelli göresin!


    Bu sesin güzelliği sebebiyle gözlerimden zevk ve hüzün yaşları akıyordu.Buna rağmen yolumuza devam ettik.Geceyi çimenler üzerinde geçirdik.Rüyasız ,hayalsiz derin bir uykuya dalmıştım .
    Ertesi günü seher vakti yolumuza devam ettik.Öğlen vakti karşımızda bir saray göründü.
    Bu saray ancak hayal aleminde görülebilen,bir başka ifadeyle ancak hayal gücüyle ortaya çıkabilecek tarzda olağanüstü bir bina idi.Her ne yapılırsa yapılsın ,bundan daha güzel,daha mükemmel ve süslü bir bina düşünülüp hayal edilemezdi.Oraya doğru yöneldik.Aramızda beş-on adımlık bir mesafe kaldığı sırada kapısı kendiliğinden açıldı.

    Buddha dedi ki:
    -Bu saray,insanın ayağını kaydıran bir yerdir.

    Bu saray imtihan yoludur.Doğruluk ve sebatın ipine sımsıkı yapışanlar bu yolu geçerler .İlerisi Hiçlik Zirvesi'dir.

    Fakat buradaki gönül alıcı gösterişlere kapılanlar ,sonu karanlıklarla dolu cehennem çukuruna düşerler.

    Burası arzu ve emel cenneti,ilerisi ezeli bir hiçlik sahasıdır.
    Burası aldatıcı gösterişlerle dolu bir saray ve her ziyaretçisini işkencelerle öldüren bir misafirhanedir.
    İlerisi ise hürrüyet ve zevk meydanı,birlik yeri ve mutlak alemdir.

    Burada kalanın sığınacak yeri,inilti ve feryat köşesidir.Ötelere giden dert ve sıkıntıdan kurtulmuş,makam kaygısından uzaklaşmıştır.

    Burada kalan arzu ve tamaha ,hırs ve emele esirdir.İleri gidenin tahtı sonsuz bir feza ve anlam alemidir.

    Mert ol,aldanma,sebat et!Ben burada seni bekliyorum.

    Bu sözlerden sonra Buddha ,saray bahçesinin kapısını işaret ederek :

    -Haydi ,gir!dedi.

    Hava yumuşak,serin ve güzel kokularla doluydu.Her tarafta zümrüt gibi çimenler,parıltı saçan çiçekler,yolları çakıl taşı büyüklüğünde rengarenk mücevherlerle süslenmiş bahçeyi geçerek sarayın kapısına ulaştım.
    Sayıları yirmi-otuz kadar,güzellikte eşsiz ve bir benzeri hayal dünyasında bile az bulunur cariyeler tarafından karşılandım.Bin bir türlü hürmet ve ağırlamayla bir odaya götürüldüm.
    Bir yandan hasret dolu kelimeler kullanmakta ,bir yandan kuşların cıvıltısını ya da perinin gönül okşayan nağmelerini andıran sesleriyle:
    -Hoşgeldiniz!diyerek karşılamakta olan kızlardan biri bir kadeh sundu.
    Kendimi kaybetmiş bir halde içtim.Sanki yeniden doğmuştum.

    Bu oyun ve eğlence meclisi bir saat kadar sürdü.O sırada içeri bir kız girdi.
    -Efendim,perimiz sizinle muhabbet etmeye ve size kavuşmaya can atmaktadır .Nice zamandır gelişinizi gözyaşlarıyla beklemekteydi.Buyrunuz ''dedi ve koluma girdi.Güzel perinin yüzünü görür görmez hayretle haykırmaktan kendimi alamadım.Gözlerim kamaştı,karardı.
    Bu kavuşma ne kadar sürdü?Bir an,sadece bir an..

    İşte tam o esnada bir şimşek gürültüsü yeri göğü inletti!
    Bir zelzele sarsıntısı sanki dünyayı alt üst etti.Düşen bir yıldırım,sarayı titretti.

    O büyük bina,bir avuç toprak yığını gibi eridi,yıkıldı.Dehşetimden gözlerimi kapadım.Sevgilime sarıldım.Gözlerimi açtığımda kendimi çirkin ve ihtiyar bir cadının kucağında buldum.

    Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça ,ihtiyar cadı bütün gücünü kollarına verip beni bırakmamaya çalışıyordu.Nihayet bin bir zorlukla ihtiyar kadının elinden yakamı kurtardım.
    Saray tam bir çöplük halini almıştı.Önceden her biri huriye benzer hizmetçilerin hepsi ,şimdi birer cadıya dönmüştü.

    Düşünmeye başladım.Etrafıma bakındım.O zümrüt gibi çimenlerin yerinde dikenler,bülbüllerin yerinde siyah ve sivri taşlar görüyordum.
    Birden hatırıma Buddha geldi.Beni kapının önünde bekleyecekti.Oysa ne kapı kalmış ne de Buddha görünmüştü.

    Ağır ağır dağdan aşağıya inmeye başladım.
    Bir meydana çıktım.Korku dolu gözlerime büyük bir meclis takıldı.Meydanın doğusunda bir altın taht kurulmuş,başında altın bir taç ,elinde kıymetli taşlarla süslü bir baston ,üstünde debdebeli bir elbise olduğu halde üzerinde Buddha oturmuştu.

    Çevresindekiler hep göz kamaştırıcı ve süslü elbiseler giyinmiş,başları ululuk tacıyla süslü insanlarla doluydu.
    İki kişi beni tutup Buddha'nın huzuruna götürdüler.Buddha ,büyük bir ağırbaşlılık ve heybetle ayağa kalktı.


    -Ey sözünde durmayan insan!Ey gafil!
    Yazık sana !

    Arzu edilen yere varmadın.Mutlak vuslata ermedin.Çünkü Hiçlik Zirvesi'ne çıkamadın.

    İn bu yerlerden,git!
    İn,huzurunda diz çöktüğün ,bedenini ve ruhunu eline teslim ettiğin cadıya,dünyaya git!
    Buddha,eliyle taşlara emredercesine işaret etti.Bulunduğum yerdeki,taş,toprak,ot ne varsa hepsi şimşek hızıyla yokuş aşağı su gibi akmaya başladı.Sonunda bir uçuruma doğru yuvarlanmaya başladım.


    Gözlerimi açtım.
    Aynalı Baba'nın gülümseyen tatlı yüzü ve hüzünlü gözleri,gözlerimle buluştu.


    Tama'u hırsa uyup nefs ile mahkur olma!
    Rahatın zail olur ,nam-ı meşhur olma!
    Sohbet-i arif-i billaha eriş,dur olma!
    Saltanat-ı mesned-i dünya ile mağrur olma!

    Zevk-i dünyaya firib olmadılar ehl-i kemal
    Bildiler hasılı hep zıll ü hevalu'b ü hayal
    Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal
    Damen-i aşkı tutup buldu kamu kurb-i visal!
    Gazel

    Bu şuun, alem
    Bi-sebat u bi-kadem
    Nerde Havva ,Adem?
    Varsa aklın ey Dedem!
    Dem bu demdir,dem bu dem!
    Dem bu demdir,dem bu dem!
    Yad-ı mazi bahşeder
    Hayf u alam u keder
    Olma meşgul-i kader
    Kimse kalmaz hep gider
    Dem bu demdir,dem bu dem!
    Dem bu demdir,dem bu dem!

    Sen gibi bir saile
    Hayf değil migaile?
    Olma meşgul hal ile
    Derd-i istikbal ile
    Dem bu demdir,dem bu dem!
    Dem bu demdir,dem bu dem!
    Bu hayatta yok vefa
    her günü derd ü cefa
    Ey müştak-ı safa!
    Ömrünü etme heba
    Dem bu demdir,dem bu dem!
    Dem bu demdir,dem bu dem!
    Kimbilir Edhem imiş
    Bilmeyen sersem imiş
    Gayeti bir dem imiş
    Maadası hep imiş
    Dem bu demdir,dem bu dem!
    Dem bu demdir,dem bu dem!

    Gazel

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


  2. #2
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart Ikinci gün


    *
    Neyin sesi hafif ve tatlı bir inilti halini almıştı.Dalmışım.
    Yine gezinmeye başladım.

    Belh şehrinde bir evde bulunuyordum.Henüz yatağımdan yeni kalkmıştım.Odama bir kadın girdi.Bu benim hanımım imiş.İkimiz de Farsça ile Sanskritçe arasında bir dille konuşuyorduk.
    Kadın dedi ki:
    -Geç kalıyorsunuz .Artık elbisenizi giyininiz de zamanında Temaşa Töreni'nde bulunabilesiniz!

    Garip olan şu ki,ben de bu dili tamamen biliyordum.İki kişiden meydana gelen birisiydim.Ben,hem ben idim hem binlerce yıl önce yaşayan bir Parslı.
    Önce güzelce karnımı doyurdum.Sonra elbiselerimi giydim.
    Elbisem,sırtıma giydiğim şaldan uzun bir gömlek ile belime sardığım bir kulaktan meydana geliyordu.Başımda sivri bir külah ,sokağa çıktım.
    Kalabalık bir topluluk telaşla yürümekteydi.Ben de onlara katıldım.
    Sokakları dolaşa dolaşa bir meydana çıktık.Binlerce,yüz binlerce insan toplanmıştı.

    Meydanın tam orta yerinde büyük bir çadır kurulmuştu.Niye geldiğimi ve ne olacağını bilmediğimden yanımda bulunan adamlardan birisine sormak zorunda kaldım.Adam cevap olarak:

    -Bugünden itibaren kırk gün Temaşa Töreni 'dir.Şimdi tellallar bağırıp herkesi imtihana çağıracaklar.

    Herkes birer birer Zerdüşt'ün huzuruna gidecek.Her kim 'doğru söz'ü söylerse hakikatleri temaşa etmeyi hakedecek,alnına cennetlik yazılacak.
    Her kim de söyleyemezse bu temaşadan mahrum olup alnına cehennemlik yazısı kazınacak.Fakat bu kişi,iyi işler yapar ve güzel davranışlarda bulunursa o yazı alnından kaybolur.Çoluk çocuğu ,akraba ve dostları sevinçlerinden düğün yaparlar.''dedi.

    Ben hiçbir şey bilmediğim için haliyle imtihanda başarılı olamayacaktım.Alnıma cehennemlik yazısı yazılacaktı.Geldiğime pişman oldum.Evime dönmeye karar verdim.Önceden konuştuğum adama düşüncemi açtım.
    Adam:

    -Sakın gideyim deme!Çünkü gelmeyenlerin ve gelip de imtihana girmeden dönenlerin alnına cehennemlik çizgisi çekilir.''dedi.
    Bu sıkıntılı durum karşısında ,en iyisinin imtihana girmek olduğuna kara verdim.

    Tellallar bağırınca herkes birer birer ve düzenli bir şekilde çadıra yaklaşmaya başladı.Benim bulunduğum yer çadıra çok uzak değildi.Bir saat sonra çadırın kapısında bulunuyordum.Bir nöbetçi herkesi teker teker çadıra alıyordu.

    Sıra bana geldi.,girdim.Zerdüşt yüksekçe bir tahta oturmuş,başında altından bir taç ,üzerinde değerli bir kaftan vardı.
    Çevresinde kırk kadar ihtiyar ,ellerini göğüslerine bağlamış bir halde büyük bir saygıyla ayakta bekliyordu.Meclisin heybetinden şaşırdım,kaldım.
    Cahilliğimin yüzünden utanç verici bir durumda kalmamak ve bir yalnışlık yapmamak için içimden dua etmeye başladım.

    Zerdüşt sordu:
    -Nerden geldin?

    Kalbime ilham edilen şu cevabı verdim:
    -Sebep ve hikmeti yaratan Allah'tan.
    -Niçin gönderildin?
    -Allah,aydınlık ile karanlıkları ayırmak,aydınlığıyla adil,karanlığı ile kahredici olmayı istedi.Aydınlığa 'ben',karanlığa 'benden başkası'dedi.
    -Aydınlığı nedir,karanlığı nedir?
    -Aydınlığı Hürmüz,karanlığı Ehrimen'dir.
    -Hangisi galiptir?
    -Şimdi her ikisi de eşittir.Ne Hürmüz Ehrimen'e ne Ehrimen Hürmüz'e üstün gelebilir.
    -Bu keşmekeşlik nedir?Sonuçta ne olacak?
    -En sonunda Hürmüz ,Ehrimen'e üstün gelecek.Alem hep aydınlık olacak.
    -Sonra ne olacak?
    -Allah,'hep ben'diyecek,'benden başkası 'demeyecek.
    -Sen kimsin,kiminsin?
    -Ben aydınlık taraftarıyım.Hürmüz'ün yanındayım.
    Zerdüşt elini kaldırdı :
    -Allah seni aydınlık etsin ''dedi.

    Tam o sırada yüzümde iki kaşımın ortasına kadar inen dik yeşil bir çizgi peyda oldu.Zerdüşt'ün yanındaki ihtiyarlar:
    -Allah mübarek etsin,Allah mübarek etsin ''dediler.

    Huzurdan çıktım.Alnımdaki yeşil çizgiyi gören halk,bana yol vermekteydi.Çadırın kapısında ,yanıma verilen rehberin yardımıyla meydanın bir tarafında bizi bekleyen atlara bindik.Doğu tarafında görülen zümrüt tepelere doğru yol aldık.
    Birkaç saat yolculuktan sonra bir tür kervansaraya ulaştık.O günün geri kalan saatlerini orada geçirdik.Ertesi günü seher vakti uyandırıldık.Rehberim beni bir odaya götürüp dedi ki:

    -Çok korkunç bir savaşa gireceksin.Kılıç,kalkan,gürz gibi savaş aletlerini kullanmakta becrin var mı?Haydi gel,bir tecrübe edelim.

    Rehberimle birlikte girdiğimiz oda türlü türlü silahlarla doluydu.
    Rehberim,bana bir zırh giydirdi.Bir gürz almamı işaret etti.Ben kendimde büyük bir kuvvet ve yetenek hissediyordum.Gürz oyunlarında ve kılıç kullanmada rehberimin beğenisini kazandım.Oradaki silahların en iyi ve sağlamlarından birer takım aldıktan sonra kanatlı atlarımıza bindik.

    Akşama kadar uçtuktan sonra büyük ve korkunç bir dağın eteklerine ulaştık.Dağ o kadar yüksekti ki ,tepesi görünmüyordu.
    Rehberime bu dağı sordum.

    -Fark Dağı''dedi.

    O geceyi dağın eteğinde geçirdik.Güneşin doğuşuyla birlikte atlarımıza bindik.Bu kez dağın tepesine doğru uçuyorduk.
    Atlarımızın ilk hızı,her hayalin ötesindeydi.Nihayet dağın tepesine ulaştık.Burada gözlerimize çarpan manzara,insan gözünün görmediği ,hiçbir hayalin erişemediği bir durumdu.

    Dünya kadar geniş bir meydan görülüyordu.Bu meydanın sol tarafındaki yarı kısmı,en karanlık gecelere aydınlık dedirtecek kadar karanlıktı.Sağa gelen yarısı ise aydınlığı sönük bırakacak kadar parlaktı.

    Gözlerimiz akıl ve sır ermez bu acayiplikler sebebiyle ,o parlaklıklara dayanabildiği gibi,o cehennem karanlığını andıran siyahlığın da her tarafını aydınlıkmış gibi görebiliyordu.Sanki mahşer meydanını andıran bu yerde ,sayısız insan toplanmıştı.Bunların bir kısmı meydanın sağ tarafında ,yani aydınlık denizinde,diğer bölümü ise karanlık denizinde bulunmaktaydı.
    Meydanın ortası boştu.
    Bu boşluğun iki tarafında,iki büyük taht kurulmuştu.

    Bunlardan aydınlık tarafında bulunanın üzerinde Hürmüz oturmakta ve gülen yüzünden çıkan güzel parıltılar,o aydınlıklar içerisinde bile farkedilebiliyordu.

    Karanlıklar içinde kurulmuş olan tahtın üzerinde en korkunç yaratıklardan daha çirkin ve en korkunç devlerden daha iğrenç yüzlü Ehrimen oturmakta idi.Fakat Ehrimen ve Hürmüz'ün tahtları arasında ve her ikisinin başları hizasında gökte asılı duran bir taht daha vardı.
    Biz meydana vardığımız zaman doğruca Hürmüz tarafına katıldık.Biraz sonra meydanda bir dalgalanma oldu.
    Her ağızdan:
    -Bakınız,bakınız.Allah'ın emri yeryüzüne indi!''sözleri çıkıyordu.



    Gökyüzündeki tahtın üzerinde ,insanın hayal edebileceği bütün güzellikleri kendinde toplamış peri yüzlü birisi,ayakta bekliyor ve elinde bir küre tutuyordu.Bu kürenin doğuda kalan kısmı aydınlık,batıda kalan kısmı ise karanlıktı.
    Aydınlık ile karanlık arasında öyle bir denge vardı ki,ne aydınlıktan karanlığa ve ne de karanlıktan aydınlığa zerre kadar bir ışık karışıyordu.
    Sağ taraftaki sayısız insan topluluğu hep bir ağızdan :

    -Ey Allah'ımız!Karanlığı yok et!''diye bağırdılar.
    Ehrimen taraftarları ise:

    -Ey karanlık!Gücünü göster!''dediler.
    Mucizeyi andıran bir şekilde ,uzak ve yakındaki her kulağın duyabileceği tatlı bir sesle yüzü aydınlık peri cevap verdi:

    - Bu meydan ,adalet ve imtihan meydanıdır.

    Bunun üzerine herkes derin bir sessizlik içinde kaldı.Her iki taraf da huşu ve sukunetle dua etmeye başladı.
    Sessizliğin sürdüğü sırada Hürmüz ayağa kalktı ve şu konuşmayı yaptı:

    -Ey insanoğlu!Allah sizi kendisi gibi aydınlık olmanız için yarattı .Sizi bütün varlıklara üstün kıldı.Size her türlü nimetleri ihsan etti.Fakat sizi,aydınlık iken karnlıklara kattı.Ruh iken cesetle birleştirdi.

    Öyle ki,nefret ettiği karanlığı ,kendisi için makbul aydınlıkla kaldırasınız.!

    Ey insanoğlu!Aydınlık benim,bana gelin,ben olun.Aydınlığın gereği olan güzelliklerle donanınız.Allah'tan korkunuz...
    Mutlaka Allah'a şükrediniz.Her ne verdiyse kanaat ediniz.Kısacası bir imtihandan aydınlık olarak gidiniz ki ,aydınlık dünyalar sonsuza kadar durağınız olsun.''

    Hürmüz oturdu.Ehrimen ayağa kalktı:

    -Ey insanoğlu!
    Gözünüzü açınız.Yaratılışınızın gereğini iyice düşününüz.Şairce ve fakat yalancı sözlere uyup ömrünüzü boşuna geçirmeyiniz.Gülünüz,eğleniniz,hayatın tadını çıkarınız!Yiyiniz,içiniz!
    Dünyada iken arzu edilip gaye edinilen sadece iki şey vardır.Gerisi yalandır. Kibir ve şehvet.Bu iki arzuya insanı sevk eden benliğinizdir.Kendinizi her şeye tercih ediniz...
    İşte hakikat budur!Benliğinizden başka varlık,zevkinizden başka arzu tanımayınız.

    Hürmüz yavaşça ayağa kalkarak:
    - Ey insanlar!Ehrimen denilen alçak yaratığı dinlemeyiniz.Sözleri yalandır.Gerçek kulluk ,kibir denilen sahta gurura göre daha büyük bir zevktir. Nice manevi zevkler vardır ki,şehvet onun yanında nefret duyulacak bir şey kalır.Ehrimen'in dediği benlik,hayvanlara özgü bir davranıştır.
    İnsanın benliği ,ahlakının güzelliği ya da çirkinliğine göre düzenlenmiştir. İnsan tabiat bağında yetişmiş güzel bir çiçektir.Fakat bu çiçek,gönüllere ferahlık veren bir kokuyla,yani akılla diğer çiçeklerden daha seçkin bir özelliğe sahiptir. Hayvanlar alemi için geçerli olan kanunların çoğu insana göre düzenlenmiş,bir kısmı adeta değiştirilmiştir.Onu dinlemeyiniz''dedi.


    Bu kez Ehrimen söze öfkeyle başladı:
    -Hürmüz yalan söylüyor.Sizi bir takım kanunların,hayal ürünü kuralların bağımlısı ,acizlik ve emre itaatte en adi hayvanların seviyesine indirmek istiyor.Sizi üç-beş günlük zevkinizden de alıkoymayı arzu ediyor.Onu dinlemeyiniz.''dedi.
    Bundan sonra her ikisi birbirini yalanlaya yalanlaya nihayet birbirine saldıracak oldular.Ancak onlardan yüksek bir tahtta oturan ,elindeki küreyi aralarına uzatıp:
    - Henüz vakit gelmedi.Boş yere uğraşmayınız.Çarpışma ilk önce seçkin askerleriniz arasında olacak !''dedi.

    Bunun üstüne Hürmüz:
    -Beni seven meydana çıksın''dedi.Aynı sözü Ehrimen de söyledi.
    O sırada rahberimle beraber sağ taraftaki savaşçılara katıldım.O geceyi orada geçirdik.Mükemmel bir ikram ve saygı gördük.
    Ertesi gün davullar çaldı.Ehrimen'in askerlerinden biri meydana çıktı,vuruldu.Bizim taraftan da biri onu karşıladı.Böylece o gün iki taraftan yirmi kadar savaşçı çıkıp birbiriyle savaştı.Bazen Ehrimen tarafı bazen de bizim taraf galip geliyordu.Her gün karşılıklı çarpışmalar devam ediyordu.İki taraftan da bir hayli savaşçı kırılıyordu.
    Yedinci günü bizim taraftan çıkan güçlü bir savaşçı ,akşama kadar herkesi yendi.Ehrimen taraftarlarından elli kişiyi öldürdü.Artık bizim tarafın sevinci doruktaydı.Ehrimen'in çıkardığı savaşçıların birer birer öldüğü görüldükçe,bizim tarafta zafer çalgıları çalınıyordu.

    O gece bizim tarafın casusları ,ertesi günü Ehrimen'in yenilgi görmeyen savaşçılarından birinin meydana çıkacağını haber verdiler.Herkes telaş içindeydi.
    Rehberimle ben casuslardan birinin çadırına gittik.Casusla uzun uzadıya konuştuk. Ertesi günü Ehrimen'in NİFAK adındaki cadısının meydana çıkacağı anlaşıldı.Garibi,oradaki bu NİFAK cadı kıyamete kadar yaşamaya mahkummuş.İşte herkesta görülen telaşın sebebi buymuş.
    Ben fevkalade merak ettim.Sabaha kadar uykumda garip çarpışmalar gördüm.

    Ertesi sabah davulların sesiyle,Nifak cadı meydana çıktı. Korkunç bir görünümü vardı.Tamamen çelikten zırhlarla kaplıydı. Büyük bir ata binmişti. Cenk meydanında atını oynatarak:
    - Yok mu karşıma çıkacak?Ben öyle bir savaşçıyım ki,keskin kılıcım nice çelik zırhlı başları koparmıştır!Ben öyle bir kahramanım ki,sivri okum nice demir gibi güçlü göğüsleri delmiştir.
    Var mı karşıma çıkacak canından bezmiş ,dünyasına küsmüş birisi?Varsa gelsin!''diye nara attı.


    Nifak'ın bu gururlanmasına karşı,göz göre göre öleceğini bildiği halde Hürmüz'ün en güvendiği askerlerden biri meydana çıktı,fakat sonu feci oldu.Birbirinin ardından otuz kişi meydana çıktı.Otuzu da öldürüldü.Üç gün peşi sıra Nifak meydana çıktı.Her üç günde otuzar,kırkar kişiyi öldürerek büyük bir üstünlük sağladı.
    Dördüncü gece ,bizim tarafta önemli bir hazırlık görülüyordu.Herkesin yüzündeki üzüntü gitmiş,yerine ümit pırıltıları doğmuştu.


    Rehberime sordum:
    - Yarın Hürmüz'ün en güvenilir adamlarından ve en çok sevdiklerinden Muhabbet cengaver meydana çıkacaktır.Bu lanetli Nifak 'ı ondan başka kimsenin yenemeyeceği anlaşıldı.Bu gece Hürmüz'ün vezirlerinden SALAH gelip nasihat yollu bir konuşma yapacaktır''dedi.
    Gece yarısı Salah denilen ihtiyar bir zat çıkageldi.Hak ve Hakikat uğruna herkesi canını fedaya teşvik etti.Sonunda da güzel bir dua yaptı.

    Ertesi sabah Nifak cadı meydana çıktı.Acı acı gülerek :
    -Bugün canından bezmiş kimse yok mu?Meydan niçin böyle boş?Savaşçılar nerede ?diye bağırdı.
    Hürmüz taraftarlarının tekbirlerinin uğultusuyla meydana Muhabbet çıktı.Nifak cadı,Muhabbet cengaveri görür görmez,gözleri hiddetinden kan çanağına döndü:
    -Üç gündür seni bekliyordum.Sonunda gelebildin .Ölmeye hazır ol!''dedi.
    Muhabbet cengaver yeri göğü inleten karkunç bir nara atarak dedi ki:
    -Beni bilen bilsin,bilmeyen öğrensin ki ben Muhabbet cengaverim.Arslan gibi pençelerim yürekleri parçalar,kahramanlık pazılarım kafaları koparır!Ey Nifak!Bilirsin ki,ben ne zaman meydana çıksam seni tepelerim.Yeter artık yaptıkların!Ölüme hazır ol!
    Nifak:
    -Evet,o gece beni yendin.Fakat bu kez seni mahvedeceğime eminim''dedi.
    Muhabbet ise:
    -Sakın böyle bir şey bekleme !
    Muhabbet cengaver her zaman Nifak cadıya üstün gelir!''diye karşılık verdi.



    Her ikisi birbirine hücum ettiler.Kılıçları kalkanlarına çarptıkça kıvılcımlar çıkıyordu.Akşama kadar uğraştılar.Fakat birbirlerine üstünlük sağlayamadılar.
    Ertesi günü yine büyük bir azim ve kararlılıkla çarpıştılar.Bu kez de birbirlerine karşı üstünlük sağlayamadılar.Fakat üçüncü günü güneş tam tepeye gelmişti ki,Muhabbet cengaver arslanlara yaraşır bir darbeyle Nifak'ı yere sererek öldürdü.Hürmüzlülerin sevinç çığlıkları göklere çıktı.Ehrimenlilerin hiddeti ise dünyayı titretti.Sonunda o gün akşama kadar Muhabbet cengaver daha otuz kişiyi tepeledi.Yedi gün cenk meydanında karşısına kim çıktıysa hepsini yendi.

    Yedinci günü gecesi casuslarımız,ertesi günü Ehrimen tarafından çok meşhur bir savaşçının çıkarılacağını haber verdiler.Gerçekten de güneşin doğuşuyla birlikte sol taraftan gürültüler işitildi.Bu kez meydana çıkan Ehrimenli,uzun boylu,heybetli,korkunç bir devdi.Sarı bir deveye binmiş ve elinde adam başı büyüklüğünde bir gürz vardı.Meydanı dolaştı:
    - Ey Hürmüz yandaşlaraı!Bana hanginiz karşı koyacak ?Bana Gazap cengaver derler.Şimdiye kadar karşıma çıkıp da hayatta kalan pek az olmuştur.''dedi.
    O gün karşısına çıkan Muhabbet cengaver ,onunla kahramanca çarpıştı.Üçüncü günü ikindi vaktinde bir gürz darbesiyle Gazap,Muhabbet'i yıktı.Henüz ölmemişken bu güzel cengaverin vücudunu dişleriyle paramparça etti.Kalbini koparıp Ehrimen'in önüne atarak:
    -En büyük düşmanlarımızdan Muhabbet'in kalbi ayaklarınız altında sürünsün !''dedi.


    Bu dehşetli manzara ve bu feci ölüm,bizi gönlümüzden yaralamıştı.Ehrimenliler ise sevinçten uçuyorlardı.
    Temaşa Töreni denilen bu garip tören başlayalı tam tamına otuz sekiz olmuştu. Gazap cengaveri bizim taraftan henüz yenen olmamış ve Hürmüz ile Ehrimen'in üstündeki tahtta bulunan meçhul kişinin elindeki kürenin sağ tarafını da karanlık kaplamaya başlamıştı.Ehrimen tarafı galip gelmek üzereydi.


    Hürmüz'ün veziri Salah yanımıza geldi.Gazab'ı ancak HİKMET cengaverin öldürebileceğinden bahsetti ve ertesi günü Hürmüz tarafından meydana çıkarılmasının emredildiğini söyledi.
    Törenin bitmesine iki gün kalmıştı.Hikmet'in yenmesi için o gece hepimize dua yapmamızı emretti.
    Çadırımıza döndüğümüz zaman rehberim gayet ciddi bir tavırla :

    -Bu Hikmet cengaver kimdir,bilir misin?''dedi.

    -Hayır!
    - Hikmet cengaver sensin!Bu gece uyku vakti değildir.Yarın Ehrimen 'in ikinci cengaveri Gazap ile çarpışacaksın.Gecenin kalan kısmını ibadet ve kılıç eğitimi ile geçireceğiz.''dedi.
    Hayretimden donakaldım.Bana bu kadar önemli bir görev verileceğini hatırımdan bile geçirmemiştim.Özellikle de ismimin Hikmet cengaver olduğu bence meçhuldu.Ancak böyle mukaddes bir dava uğrunda Gazap kadar önemli bir düşmana karşı gönderileceğim için kendimde büyük bir azim ve büyük bir kuvvet hissetmeye başladım.Beni ve mukaddes maksadı yenmemesi için sabaha kadar çok samimi dualar ettim.Ara sıra da rehberim bana,çok farklı ve acayip vuruş teknikleri ve saldırı usulleri öğretiyordu.


    Sabah namazı vakti zırhlarımı giyindim.Rehberim belime örme zırhtan kemerimi taktı.Alnımdan öptükten sonra ağlayarak dualar etti.
    Güneşin doğuşuyla birlikte atıma binerek cenge hazır oldum.Gazap meydana çıktı.Ben de karşısına dikildim.İsmimi sordu:
    -Hikmet cengaver''dedim.
    -Be hey biçare!Senin gibi zavallı ve kendi halinde bir şaşkın ,benim gibi kükremiş bir arslanla çerpışabilir mi?Haydi defol,git!Sen zararsız bir bunaksın.Senin kanını dökmek bana yakışmaz.
    Bu sözler ,onuruma dokundu:
    -Ey arsız canavar!Senin beni yeneceğini hiç sanmıyorum.Yoksa şımarıklığına mı güveniyorsun?Ben seni yenecek olmasam hiç karşına çıkarılır mıydım?Haydi çok konuşma ,ölmeye hazır ol!''dedim.

    Gazap kızdı:
    -Vay,sana galiba şarap içirmişler!Saçmalayıp duruyorsun.Haydi,öyleyse!''dedi ve üzerime hücum etti.
    Ben bu korkunç devin öldürücü darbelerinden kendimi korumak için pek çok çeviklik göstermek zorundaydım.Çabalarımdan dolayı adeta kuş gibi hafif ve uçuyordum.Akşama kadar çarpıştık.Gerçi bana bir darbe bile isabet ettiremedi.Fakat ben de bu heybetli deve bir şey yapamadım.
    Bir süre dinlendiktan sonra o geceyi dua ile geçirdim.Sabaha karşı rehberim bana bazı talimatlar verdi.Sabah olunca meydana çıktım.Gazap çok öfkelenmişti.Fırıldak gibi çevremde dönerek:
    - Dün elimden kaçtın.Fakat bugün kaçamayacaksın!''dedi.
    Üzerime saldırmaya hazırlandı.Rehberimin taktiği uyarınca:
    -Hey başında ne var?dedim.Elini başına götürdü.Ben de zırhsız olan koltuk altından tam kalbine doğru kılıcımı sapladım.Gazap korkunç bir nara atarak düştü.Kan kusmaya başladı.
    Ehrimen yandaşlarının ise feryat sesleri göklere çıktı:
    -Hikmet Gazab'ı hile ile öldürdü''diyorlardı.

    Nefs-i Emare dedi ki:
    -Zavallı!Ne düşünüp duruyorsun?Senin darbelerinin bana bir tesiri olmaz.Seni bir anda yok etmek bence çok basittir!''

    Sözlerine yine kulak asmadım.Nihayet vuruşmaya başladık.
    Ben bildiğim darbelerin hepsini denedim.Asla tesiri olmadı.Nefs-i Emmare bene karşılık vermeye bile tenezzül etmeyip halime bakarak devamlı gülüyordu.Sonunda en tehlikeli olarak bildiğim öldürücü bir darbe olan kuvvetli azim adındaki darbeyi vurmayı düşündüm.Sol tarafına geçtim.Onu,darbeyi indirmeye elverişli bir vaziyet aldırmak için uğraşmaya başladım.
    Planımı anladı:

    -Beni mutlaka öldürmek istiyorsun ,öyle mi?Dur,öyleyse''dedi.
    Tam kılıcı böğrüne sokacağım sırada yüzündeki perdeyi kaldırdı.Hayal edilemeyecek derecedeki bir güzellik gözlerimi kamaştırdı.Kılıç elimden düştü.Kemerimden tutup beni filin üzerine aldı.Ehrimen'in huzuruna götürdü:
    -Ey Ehrimen !Hikmet'i öldürmedim,esir ettim.Mutfağımızda soğan soyar.Tam kendisine uygun bir hizmettir''dedi.
    Bu şakaya Ehrimen kahkalarla güldü.Hürmüz'ün gözlerinden yaş dökülüyordu.İzed'in elindeki küreden yavaş yavaş nur kaybolmakta,karanlık her tarafı kaplamaktaydı


    Ehrimen tarafı galip gelmişti.Sol taraftaki topluluk:
    -Karanlık,karanlık!Asıl olan karanlıktır.Galip geldik.''diye bağırıyordu.Bizim taraf ise :
    -Sana şükürler olsun ,ey aydınlıkların aydınlığı.Aydınlığını kaldırma!''diye yalvarıyordu.
    Hürmüz aydınlık perisinin önünde secde ederek:

    -Ey İzed!Ne olur bize yardım eyle!Ne olur bizden yardımını esirgeme !Senin başın için,senin hakkın için!''dedi.
    Ehrimen ise başını göğe doğru dikmişti.
    Sol taraftaki karanlık,küreyi öylesine kaplamıştı ki ancak ucunda belli belirsiz bir aydınlık noktası kalmıştı.İşte tam bu sırada uzaktan bir ses işitilmeye başladı.

    Bu ses mertçe olduğu kadar hoş,hoş olduğu kadar da mertçe idi.Şarkı söylüyordu.Nihayet karanlıklar içinden etrafını yüzündeki parlaklıkların aydınlattığı bir süvari göründü.Kendisi şimdi tamamen farkediliyordu.Dört ayaklı ,alnı boynuzlu,kanatlı ve koyu yeşil renkte bir ejderhaya binmiş olan bu cengaver,adeta bir güzellik ve iyilik timsaliydi.Kıvırcık kestane rengine yakın ,daha doğrusu bazen siyah bazen kırmızımtırak görülen kıvırcık saçları omuzlarına dökülmüştü.

    Başında kıymetli taşlarla süslü bir taç,sırtında yeşil renkli ipek bir elbise vardı.Şarkı söylüyordu.Biz de ürkek ürkek o ilahi sedayı dinliyorduk:


    Ben oyum ki,satvetimden kainat lerzandır
    Ben oyum ki ,zur-i bazum hakim her candır
    Ben oyum ki,her kim olsa ser-fürü eyler bana
    Hak-i payım secdagah-ı zümre-i insandır.
    Ben oyum ki,siret-i merdide yoktur benzerim
    Hadimin-i bargahım zümre-i merdandır
    Ben oyum mizan-ı adlimde müsavi cümle halk
    Şehinşahlarla gedalar nice hep yeksandır
    Hasılı şemşir-i izz ü kudretiyim İzed'in
    Aşkım ben,satvetimden kainat lerzandır.


    Bu tatlı ses ve güzel nağmeler her iki tarafı da mest etmişti.Ehrimen tarafı da bizim taraf kadar hoşlanmıştı.İsmi aşk olan bu cengaver bize yaklaştıkça aydınlık perisinin elindeki kürenin parlaklığı artmakta,aydınlık karanlığı yok etmekte idi.Öyle ki,Aşk meydanın ortasına geldiği zaman küre bütünüyle aydınlanmış ve dünyadan karanlık tamamen kaybolmuştu.
    Meydanda sadece file binen Nefs-i Emare ile onun esiri olan ben bulunuyorduk.Aşk,ejderhasını bize doğru yöneltti.Gayet yumuşek ve laubali bir tavırla :
    - Ey Emare!Bana da karşı duracak mısın?''dedi.Emmare ,büyük bir saygıyla Aşk'ın önünde diz çöktü:
    -Sen herkesin olduğu gibi benim de efendim,velinimetimsin.Acizliğimi ilan ederek işte sana secde ediyorum!''dedi.Aşk beni serbest bıraktı.Gülerek:
    -Haydi,koca aptal hikmet,git rahatına bak !''dedi.

    Meydanda yalnız Aşk kaldı.
    Ejderhasından indi.Elleri göğsünde olduğu halde gayet yavaş ve uygun adımlarla aydınlık perisine doğru yürümeye başladı.Üç adım kaldığı vakit:

    -Ey peri!Sadece senin kulunum!dedi ve secdeye kapandı.
    -Ey Hürmüz!Ey aydınlık !Selam olsun sana ki,karanlığın kıymeti seninle bilindi!''dedi.Sonra Ehrimen'e :
    -Ey Ehrimen ,Ey karanlık!Selam olsun sana ki,aydınlığın kıymeti seninle bilindi!''dedi.
    Sonra meydanın ortasına kadar yürüdü.Ellerini göğe kaldırdı.Dünya eskisi gibi,yarısı aydınlık,yarısı karanlık oldu.Her iki taraf ise bu sırada ,bağlı olduğu efendisinin elini öpmekte idi.

    Hürmüz ile Ehrimen tahtlarından inmişler,yan yana gelmişler ve kardeş gibi birbirlerine sarılmışlardı.Peri tebessümle bu durumu izliyordu.
    Hürmüz'ün elini öptüm.Yüzüne baktım.
    Bir de ne göereyim!Hayretimden bir çığlık atıverdim.


    Gözlerimi açtığımda Aynalı Baba 'nın gülümseyen yüzünü gördüm..
    Konu Efsunkar tarafından (22 Ekim 2011 Saat 17:28 ) değiştirilmiştir.

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


  3. #3
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart Üçüncü GÜN:Devr-i Daim

    Bugün de,geçen iki günde olduğu gibi ney sesiyle mest oldum.
    Kendimi on iki yaşında bir çocuk olarak görüyordum.Büyük bir şehrin geniş bir baddesinde büyük ve güzel bir evdE oturuyordum.Henüz uyumuştum.

    Güneşin parlak ışıkları ,Allah'ın cemalinin nurunun yansıması olan eşyayı daha yeni okşamaktaydı.Yataktan kalkacağım bir sırada odanın kapısı açıldı.Bir hizmetçi ,babamın beni beklediğini söyledi.Büyük bir odaya girdik.Babamla karşılaştım.Babam yüz on yaşlarında bir ihtiyardı.Sanskritçe konuşuyorduk.Babam dedi ki:
    -Oğlum,on iki yaşına girdin.Artık kendini ve kainatı öğrenme zamanın geldi.Seni büyük bir üstada götüreceğim.Artık varlığın sırrını kavrama yaşına geldiğinden dolayı memnuniyetimin bir ifadesi olarak üç gün,üç gece düğün yapacağım.Sen bu düğünde hizmet edeceksin.Orada sana yardımcı olacak birisini göreceksin.''dedi.

    Gerçekten de tantanalı ve gösterişli bir düğün başladı.Birinci gün bütün Brahmanlar ve seçkin memurlar ,ikinci gün asker ve tüccarlar,üçüncü gün de fakirler davet edildiler.Bu üç gün süresince ben,misafirlere hizmet etmekteydim.Üçüncü gün,seksen yaşında bir fakir benim yardımcım oldu.Dördüncü gün babam erkenden bizi yola çıkardı.
    Yardımcım bir eşeğe binmişti.Ben ise arkasından yaya yürüyordum.

    Yardımcım:
    -Oğlum!İlim ve hikmetin değerini öğrenmek için yaya gideceksin .Bir şey pahalı alınmazsa ,değeri anlaşılmaz''dedi.
    İlk günlerde çok sıkıntı çektim.Fakat yavaş yavaş yolun zorluklarına alıştım.Kırk günlük bir yolculuktan sonra bir kulübenin önünde durup birza dinlendik.Yardımcım beni elimden tutarak kulübeye soktu.Kulübede yalnızca su ile dolu bir çanak vardı.
    Yardımcım beni doğuya döndürdükten sonra çanağı önüme koydu.


    -Ey Brahma!Ey gerçek varlık!Ey en büyük aydınlık!Varlığının basamaklarını,ruhunun derecelerini göster!''diye dua etti.Daha bir sürü anlayamadığım sözler mırıldandı.
    Kulübeden çıkıp kapısını kapadı.Her taraf karanlık oldu.

    Sadece önümdeki çanak içindeki su,donuk bir parlaklık göstermekteydi.Yardımcımın tembihi üzerine suya bakıyordum.Bir süre sonra nereden geldiğini bilemediğim bir ses işitmeye başladım.İşittiğim bir ses miydi,inilti mi,ilham mı,vehim mi,işaret mi?Hangi dilden söylediğini bilmiyordum.Cümleleri ve harfleri nasıl,anlayamıyordum.

    Tarifi imkansızdı.Aklım ve vicdanım bu harfsiz cümleleri ,bu titremeyen sesi şöyle anlyordu:


    Ey daf-ı bezm-i vücud
    Anla nedir sırr-ı şuün?
    Yok dem-i vahdette hudud
    Her ne desen nam-ı anın
    Cümlede o nokta-i nihan
    Gahi esir,gahi cihan
    Mevt ü hayat camı anın
    Gahi güneş,gahi kamer
    Gahi matar,gahi sehab
    Kendi ateş,kendi şahab
    Kendi gece,kendi seher
    Gahi hacer,gahi nebat
    Gahi neml,gahi esed
    Kendisi ruh,kendi cesed
    Kendi hayat ,kendi memat
    Devr ile adem olacak
    Kendini kendinde bulur
    Mutlak iken,nokta olur
    Adem imiş mazhar-ı Hak


    Çanaktaki su yavaş yavaş parlaklığını kaybetti.Her taraf kapkaranlık oldu.Hiçbir şey görmez oldum.

    Gözlerim çanağa dikilmiş,karanlıktan bir şey görmez olmuşken garip bir seyre koyuldum.Kendimi yokluyor,kontrol ediyorsam da karanlıktan başka bir şey yoktu.Fakat görüyordum.Ne görüyordum?

    Buna isim bulmak çok zor.Gözümün alabildiği yere kadar bakıyor ,ucu başı belirsiz ,sonsuz bir meydan görüyordum.Sanki bir anda milyonlarca yüzyıllık uzaklıktaki yerleri gezip dolaştığım halde yine sabit bir noktada bulunuyordum.
    Duygu ve idraki paramparça eden bu azamet ve vicdanı mahveden büyüklük ,nihayet gerçek olarak görünmeye başladı. Azamet ve büyüklük de,sonsuzluk da bir hiç oldu.

    Benimdir diyemediğim ,değildir diyemediğim bu duygu yüklü yolculukta kendimi kaybettim.

    Bir an hiç oldum..

    Bir zaman sonra bu sonsuz meydanı farketmeye başladım.Tarifi mümkün olmayan garip bir duygu ile her şeyi hisseder oldum.Öyle ki,ucunda kaybolduğum bu ucu bucağı belirsiz meydanı sanki ben kaplamıştım.Bu garip durum ne kadar sürdü,bilmiyorum.Sanki bedenimde bir yorgunluk vardı!

    Meydana görünmez bir şey çıktı.Aslında görünürde hiçbir şey yoktu.Ne aydınlık,ne karanlık,ne de herhangi bir şey!Hiç! Fakat ben bir şeyin vrolduğunu hissediyordum.Bu şey ,bir anda seher vaktine benzeyen bir parlaklık oldu.Bu zayıf ışık ,kalp atışlarım gibi titreşiyordu.Bu güzel varlığın gizli müezzini ,harflerden meydana gelmeyen bir sesle ezan okuyordu..

    O esnada saatler ,seneler,asırlar bir an idi.Bir anda milyonlarca asır geçti.Yine bir an yorulmuş gibi oldum.Gözlerimi kapadım.Bir an için hiçbir şey göremedim.Gözümü açtığım vakit ,milyonlarca mesafeyi kaplamış ,fakat avucuma sığacak kadar küçük bir alem gördüm.

    Bu gezinti sırasında o alemden bir yer dikkatimi çekti.Burası,tamamen su ile kaplı bir küreydi.Suya bakarken ,akıl sır ermez bir güç beni oraya doğru çekti.Ilık bir suyun içine girer girmez kendimi milyonlarca türdeki canlıyı içimde toplamış gibi hissettim.Bu canlıların ne organları ne de belirli bir şekilleri vardı .Milyonlarca odası bulunan bir hapishaneye benzeyen bu canlılarla olan bağlantıdan kendimi kurtarmaya çalışıyordum.Ancak bir türlü başarılı olamıyordum.

    Milyonlarca sene devam eden çabalarım sonucunda,bana hapishane hizmeti gören bu odalardaki canlılarda garip değişiklikler meydana geliyordu.Aslında beni sıkan şey,bu canlıları bünyemde topladığım halde onların dışında olmak değil,bilakis kendimi onlarda hapsolmuş hissetmemdi.Çünkü akıl ve idrak şöyle dursun ,her türlü histen uzak gibiydim.

    İçlerine hapsedildiğim bu canlılar ,bin bir türlü şekle girmeye başladılar.Artık benim için bir gün hükmüne girmiş olan binlerce yüzyılın geçmesi sonucunda her şekil başka bir gelişim gösteriyordu.

    Su içine hapsedilmiş bulunduğumdan dolayı gözlerimin acayip bakışından sıkılıyor,kulağımın sağırlığından rahatsız oluyordum.Ne kadar zaman geçti,neler oldu?Bilmiyorum.Bu kez kendimi ,yalnız denizde değil ,karada da birçok canlının vücudunda gördüm.

    ...Benim için ayrılan günlerin geçip gitmesi neticesinde,hapsedildiğim bedenler o kadar çoğalmış,o kadar çeşitlenmişti ki,bunların her biri diğerine dış görünüşü itibarıyla hiç benzemiyordu.Bazısı gözle görülemeyecek kadar küçük ve basit,bazısı havada uçuyor,bazısı ise yerde sürünüyordu.Bazısı oldukça iri,güzel ve akıllıydı.
    Bubedenlerin bir kısmı diğerini yemeğe eğilimli,bir kısmı kuvvetli ve bir kısmı cılız şeylerdi.Dünya birer çürümüş ceset yığını haline gelmişti.Bedenler arasında rekabet bir kanun olmuştu.Bu şekilde ne kadar zaman geçti,neler oldu?


    Bir gün bir bedende hapsedildiğimi hissedip acı bir duyguyla inlerken sanki bütün kainatın her zerresindeki sırlar birer birer bulunduğum bedende toplanmıştı.Manevi bir soluk,rengi ve yeri belli olmayan bedenimi sardı.Doğuya dönmüş ,yüzümü ağarmaya başlayan ufka çevirmiştim.Kendimi biliyor,etrafımı hem görüyor hem de gördüğümü farkediyor,her şeyi biliyormuş gibi davranıyordum.Kendimden geçer gibi oldum.Bütün vücudumu bir rehavet kapladı.Anlam diliyle Elhamdüllillah dedim.

    Gaipten bir ses:

    Doğdu şimdi şems idrak-ı aleme
    İstivagahdır dimağ-ı Ademi
    Nur-i Hak'dır şeb-çerağ-ı Ademi
    Ey melaik!Baş eğin Adem'e

    Bu ulu emirden bütün almemler ve içindeki bütün canlılar titredi.Her varlık insanın önünde eğildi.

    Her zerre kendince şöyle diyordu:


    Merhaba!
    Merhaba!Ey pertev-i sırr-ı vücud!
    Merhaba!Ey zübde-i cümle şuün!
    Merhaba!Ey menba-ı fehm ü fünün !
    Merhaba!Ey mazhar-ı ikram u cud!
    Kainattan sen idin maksud,sen!
    Ey zeka!Bizler seninayatınız
    Secdegah sen,kıble-i mabud sen!


    Gözlerimi açtım..

    Aynalı Baba'nın hüzün dolu bakışları üzerime çevriliydi..Çocukların ,gördükleri rüyayı uyanır uyanmaz hemen söylemesi gibi:

    -Hepsi secde etti''dedim.
    -Evet!''dedi Aynalı Baba.Yalnız nefsindeki gurur,yani şeytan hariç!''

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


  4. #4
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart Dördüncü Gün:İmtihan Meydanı-Arifler Meclisi

    Önceki günlerde olduğu gibi Aynalı Baba'nın kulübesine gitmiş,günlük gıdamı almıştım.Bugün kulübenin önüne oturacak yerde,Aynalı Baba beni alıp mezarlığın en ücra ve caddeye uzak bir köşesine götürdü.
    Büyük bir mezar taşını göstererek :

    -Git ,şu mezarın üzerine uzan!Adamın başındaki kavuğun büyüklüğüne bakılırsa yaşadığı asırda büyük alimlerden biri olduğu anlaşılıyor.Git,o büyk alimin ruhaniyetinden feyiz al!''dedi.

    Gidip mezarın üzerine yattım.Birkaç dakika sonra bu zatın kavuğu ,hayalimde bin bir türlü şekil aldıktan sonra Aynalı Baba'nın çaldığı neyin hazin nağmelerini dinleye dinleye hayallere daldım.

    Kendimi bir yatakta yatarken gördüm .Oda zifiri karanlıktı.Bir süre bekledim.Karanlık ,sinirlerimi alt üst etmişti.Nerede bulunduğumu anlamaya çalıştığım bir sırada odanın kapısı açıldı.Bir adam içeri girdi:
    -Kalktın mı oğlum''dedi.
    Karanlıktan ötürü içeri giren adamı göremiyordum.Daha doğrusu bizim bildiğimiz şekilde göremiyordum.Ancak,o esnada tuhaf bir his ve görme yeteneği meydana geldi.

    Meğer gelen babammış.Babam öleli uzun yıllar olduğu için bu adamın bana oğlum deyişine şaşırıyordum.Adam sorusunu yineledi:
    -Kalktın mı oğlum? dedi.
    -Evet ,dedim.Fakat sen benim babam mısın?
    Adam hayretle:
    -Oğlum sen çıldırdın mı?dedi.Ben:
    -Hayır !Fakat babam öleli ...dedim.O tekrar:
    -Vah ,vah!Oğlumu cinler çarpmış'Zavallı saçmalıyor!!.dedi.

    Derhal kendimi toparladım.Delilere her yerde pek de iyi davranılmadığını hatırlayarak korkumdan yaptığım hatayı düzeltmek düşüncesiyle:
    -Şaka yaptım baba,şaka!Fakat bir lamba veye mum emretseniz .İçerisi cehennem gibi karanlık !dedim.
    Biçare adam ağlarcasına:
    -Aman Allah'ım! Oğlum çıldırmış ! Güneş doğmuş,alem nurla dolmuşken o hala içerisi karanlık diyor.Aman evladım!Fenalaşmaya başladım..dedi.

    Oda tamamen karanlık olmasına rağmen,babam son derece aydınlık olduğunu iddia ediyordu..Bu defa babam olduğunu söyleyen bu adamın deli olduğuna inanmaya başladım.Adamı kızdırmadan durumu idare etmeyi planlayarak:
    -Babacığım!Gerçekten de güneş doğmuş.Burası doğru.Fakat pencereler kapalı olduğundan odaya ışık girmiyor..dedim.
    Adam yine:
    -Aman ya Rabbi!Bizim oğlan kesinlikle çıldırmış .Oğlum!Hiç güneşin ışığına bir şey engel olabilir mi?Sen deli misin nesin?dedi.

    Adamın bu cevabı üzerine bir tımarhanede bulunduğumu düşünmeye başladım.Biraz sonra odaya annem olduğunu iddia eden bir kadın,birçok amcalar,dayılar ve bir sürü akrabam girdi.Babam onlara yana yakıla çıldırmış olduğumu söylüyordu.Bunun üzerine onlar başıma toplanarak bana bir takım saçma sapan sorular sorup beni mecalsiz bırakmaya başladılar.

    Her ne söylesem deli olduğuma hükmedeceklerini bildiğimden dolayı susmayı tercih ettim.Babam ,yanımda oturmuş,kederinden ağlıyordu.Ben ise ne yapacağımı ,ne diyeceğimi bilemez bir haldeydim.

    Bir ara cebimde bir kibrit olduğu hatırıma geldi.Hemen çıkarıp bir tanesini yaktım.Gördüğüm manzara o kadar tuhaftı ki,kendimi kaybetmiş bir durumda ,elimde olmadan uzun kahkahalar atarak ,şiddetinden iki yanıma yuvarlanıyordum.
    Babam olduğunu iddia eden adamın,annemin,amcalarımın,dayılarımın gözleri yerinde,bildiğimiz göze benzer birer arpacık soğanı ya da ona benzer şeyler vardı..

    Yani bu zavallıların hepsi beş tane duyu organının en önemlisi olan gözden yoksundular.

    Ben kahkahalarımı attığım zaman odadaki halkın manzarası o kadar tuhaf ve acayipti ki kahkahalarımın kesilmesi şöyle dursun,daha da artarak neredeyse hastalık derecesine vardı.Babalık ,analık ve diğerleri dörder ayaklı bir hale gelmişler ve olanca kuvvetleriyle zıplıyorlardı.
    Bir süre böyle zıpladıktan sonra önce babalığım yanıma geldi,elimi tuttu ve öptü:

    -Ey Beyaz İfrit'in Sarı Şeytanı, Saltanat sana mübarek olsun!

    Bin senedir bütün alem seni bekliyordu..Sonunda büyük bir mucize eseri sanki benim soyumdan dünyaya geldin.Bin senedir beklemekte olduğumuz sesi çıkardın.Şimdi bütün kızıl şeytanlara haber vereyim de gelip elini öpsünler.Her yere haber verilsinler.''dedi.

    Etrafıma bakındım.Yakınımda bulduğum bir zeytinyağı ile kandil yaptıktan sonra,biraz karnımı doyurmak istedim..İşte tam o sırada ülkenin padişahı ,vezirleri ,alimleri evimize doluştular.Hepsi bana:
    Beyaz İfrit'in Sarı Şeytanı Hazretleri gibi tuhaf bir ünvan verdiler.Bana son derece büyük hürmet göstermekteydiler.Tellallar sokaklarda dolaşarak halka Sarı Şeytan'ın geldiğini müjdeliyorlardı.

    Ülkenin en büyük ve en süslü sarayını bana ayırdılar.Yüzlerce hizmetçiyi emrime verdiler. Ben yavaş yavaş bu acayip halkı incelemeye koyuldum.Bunlar tamamnen kör değildi.
    Işığı bizim gibi görememeleri ve sürekli karanlık içinde bulunmalarına rağmen kendilerine özgü garip görme şekilleri vardı..

    Şehirleri oldukça süslü bir şekilde inşa edilmişti.Sanatta da hayli ilerlemişlerdi.
    Özellikle edebiyate büyük önem veriliyordu.Sayısız üniversiteleri ,meşhur hukukçuları ,hocaları bulunuyordu.
    Bir gün İlahiyat Fakültesi'nin mezuniyet imtihanına gittim.Beni gören hocalar ve öğrenciler ,sevinçlerinden ne yapacaklarını şaşırmışlardı.Üniversite dekanı ;ilim ve hakikat bilgisinin yalnızca Sarı Şeytan'da bulunabileceğini ve yakında kendisinden mevcut tüm bilgilerin incelenmesini rica edeceklerini açıkladıktan sonra izin alarak imtihana başlandı.Birinci sırada oturan Bibi adında zekiliği ile meşhur bir öğrenciye sorular soruldu.

    Bibi,alemin yaratılışı konusunda şöyle bir ifade kullandı:
    ''Yüzyıllar önce yaşamış Tata adlı bir bilginin söylediğine göre ,on beş bin sene önce Beyaz İfrit altın semada,Mor Şeytanlarla beraber oturuyormuş..
    Tam bu sırada dinleyicilerden birinin itiraz ve tenkit yollu sesi işitildi:
    -''Üç bin yıldır bu yanlış fikirde ısrar edip duruyorsunuz.Beyaz İfrit'in yanındaki şeytanlar Mor değil,açık maviydi.

    Üniversite Dekanı:
    _Efendim,şimdi talebenin imtihan zamanıdır,itiraz vakti değildir!Başka bir zaman Sarı Şeytan hazretlerinin huzurunda,bilginlerimizle tartışabilirsiniz..dedi.
    Meğer çoğunluğun fikrine ters düşen bir akım yeni fikirlerin yayılmasına kalkıştığı için hükümetin baskıcı politikası sonucunda susturulmuş olan Tantan adındaki bu meşhur bilgin,üniversiteye gelerek benim de bulunmamı fırsat bilip itiraz ve tenkide cesaret etmiş!

    Öğrenci yine konuşmasına devam etti:
    -Mor Şeytanlar,Beyaz İfrit'in emirlerine son derece bağlı iseler de çok aptal olduklarından Beyaz İfrit birazcık akıllı bir mahluk yaratmaya niyet etti.Gökyüzünün süprüntüleriyle sekiz köşeli bir meydan yaptı.Fezaya tükürdü.Bir deniz meydana geldi.Meydanı denizin ortasına koydu.İşte bu bizim yaşadığımız alemdir!

    Fakat deniz suyu dondu.Alem buzlarla doldu.Bunun üzerine bir kazan yapıp alemin üstüne astı.Bu kazanı tükürüğü ile doldurup nefesiyle kaynattı.Alem ısındı.Daha sonra delip içini şişirdi.Bunları meydana salıverdi.İşte bunlar bizim atalarımızdır!
    İtiraz eden bilginin sesi tekrar duyuldu:
    -Kazan ,kazan!Bir kazan patırtısıdır gidiyor.Ancak bu kazanın kaç kulpu vardır,nereye asılıdır,ne ile asılıdır?Bunu bileniniz,bu sırra ereniniz yok!

    Nihayet her iki taraftan da itiraz ve şamatalar yükselmeye başladı.Padişahın onayıyla öğrenci imtihanları ertelendi.Ayrıca bir hafta sonra şehrin önde gelen bütün alimlerinin benim huzurumda fikirlerini ortaya koymaları kararlaştırıldı.Ben hangisini doğru bulursam,doğru ve gerçek ilim,o olacaktı.
    Toplantı dağıldı.

    Bir hafta sonra şehrin en büyük meydanında yüce bir meclis kurulmuştu.Ben kocaman çanakların içine zeytinyağı doldurarak kandiller yaptırmış,bunları meydanın her tarafına koydurtmuştum.Alimler iki gruba ayrılmışlardı.Bunlardan bir bölümü Tantan’ın başkanlığında toplanmış olup dinde reformu savunan kimselerdi.Diğerleri ise Tonton adındaki hukukçunun etrafında toplanmıştı.Nihayet Tantan ve Tonton huzuruma geldi.Tonton dedi ki:
    -Ey Tantan!Binlerce yıllık bir araştırma ve inceleme neticesinde ulaşılan bilgilere itiraz etmek münasip değildir.Şimdi şarlatanlık devri geçti.Haydi bakalım,Sarı Şeytan hazretlerinin huzurunda bize yaptığın bütün itirazlarını ortaya koy!

    Tantan şöyle cevap verdi:
    -Ey Tonton!Ben size her konuda itiraz etmiyorum.Fakat siz ilerlemenin düşmanısınız.Araştırma ve incelemede bulunmuyorsunuz.Öğrendiklerinizi geliştirmiyorsunuz.Mesela Beyaz İfrit’in yanındaki şeytanlara mor diyorsunuz.

    -Evet öyle söylenmiştir.
    -Fakat bu yanlış.Çünkü binlerce sene Beyaz İfrit huzurunda oturan şeytanların asıl rengi aslen mor olsa bile ,onun ışığın etkisiyle açılarak maviye dönüşmesi gerekmez mi?Ey Tonton,insaflı ol!
    -Olabilir,fakat bu konuda elinizde herhangi bir belge yok!
    -Nasıl yok?Ateşin karşısına konan katı bir cisim zamanla yumuşuyor.Hatta bazı cisimler eriyor.Demek ki,mor şeytanlar da şimdiye kadar mavi olmuşlardır!

    -Dedim ya,olabilir..
    -Alemin üstüne asılan kazan sayesinde bize ısı geldiğine inanmıyor musunuz?
    -Bize gök kazanından ısı geldiği ,gece ile gündüz sıcaklıklarının farklı olması ve mevsimlerle sabittir.
    -Pekala ,gök kazanının kaç kulpu vardır?


    Bu önemli soruya Tonton cevap verememişti.Bunun üzerine Tantan dedi ki:
    -Niçin susuyorsunuz?İşte ben,sizin bilemediğiniz bu önemli sırrı keşfettim.O kocaman gök kazanının tam 768,5 kulpu vardır.
    Artık sabrım tükenmişti.Kendimi tutamadım.Güneşe gök kazanı adını verip onu nefesle kaynatmak ,ona 768,5 adet kulp takmak ve bunları gerçek ilim kabul etmek gibi saçmalıklara dayanamadım.Kahkahayı koyuverdim.

    Fakat benim kahkaham o halkın binlerce yıldır beklediği gökgürültüsü hükmünde olduğundan,bu gülüşüm Tantan'ın haklı ve ilminin gerçek olduğuna bir belirti sayıldı.Kahkaham işitilince halk,kendilerine özgü birtakım ibadetler yapmaya başladılar.Başta Tantan ve Tonton olmak üzere hepsi dört ayaklarıyla hoplayıp zıplamaya başladılar...

    Kahkahalarla uyandım.Karşımda Aynalı Baba'nın bana tebessüm eden yüzünü gördüm:
    -''Bu alimlerin mukayesesine ve fikirlerinin berraklığına ne diyorsun?


    İşte eşyanın hakikatine nispetle,insanların ilmi ,Tantan'ın keşfine benziyor!
    Bu,sonsuza kadar böyle olacaktır.Çünkü insanların gözü,hakikatleri görme konusunda arpacık soğanına benzer!''dedi...

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


  5. #5
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart Beşinci Gün:Azamet Sahası

    Bugün hava biraz sıkıntılı olmakla birlikte serin ve yumuşaktı.
    Aynalı Baba'nın elinde bir çanak dolusu irmik helvası vardı.Erkenden kulubenin önüne uzandım.Her zaman olduğu gibi ,tuhaf bir uyku ve garip bir seyre daldım.

    Kendimi Ayasofya Camii'nin müezzini olarak görüyordum.Saatime baktım.Sabah ezanını okuma vakti gelmişti.Minareye çıktım.Daha bir kere Allahu Ekber demiştim ki,gayet kocaman bir kuş minareye yaklaştı ve beni pençesiyle kaptığı gibi sırtına oturttuktan sonra uçtu gitti.Korku ve şaşkınlığım biraz azalınca büyük bir hayretle etrafımı seyretmeye başladım.
    Güneşin parlak ışıkları havayı yeni yeni aydınlatmaya başlamıştı.Aşağıya baktım.Minarenin tepesini ancak görebilecek kadar yükselmiştik.Kuşun sırtı büyük bir oda kadar geniş ve düzdü.İnsan için gerekli olan içecek ve yiyecek gibi her türlü ihtiyaç iki tarafındaki raf ve dolap gibi yerlere yerleştirilmişti.
    Büyük bir şaşkınlıkla:

    -Allah'ım !Bu ne haldir?Bu nasıl bir kuş?Beni nereye götürüyor?..diye kendi kendime söylendim.
    Kuş,başını çevirdi.Söylediklerimi duymuştu:



    -Ben meşhur Anka kuşuyum.Korkma!Benden sana zarar gelmez.Ben kendi cinsimin padişahıyım.Arkamda zahire yüklü elli tane Anka kuşu daha var.Hiç bir şeye ihtiyacın olmayacak! dedi.

    Üzüntü içerisinde:
    -Peki ,beni nereye götürüyorsun?Neden beni böyle kaptın?..dedim.
    -''Hatırını kıramayacağım biri tarafından emir aldım.Sana kainatı seyrettireceğim..''dedi..

    Artık çaresiz kaderime razı olmam gerekiyordu.Anka kuşunun oda genişliğinde ve pamuk gibi yumuşak tüylerle kaplı sırtı oldukça rahattı.Bu bakımdan düşmekten korkmuyordum.Biraz obur birisi olduğumdan sağ taraftaki yemek dolaplarını karıştırıp son derece nefis bisküvilerden biraz alıp yedim.
    Biraz da su içtikten sonra sigaramı yaktım.Canım kahve istedi.Meğer Anka kuşunda insanların aklından geçen şeyleri bilme özelliği varmış:
    -Dolaplarda kahve,çay,her şey var.İspirto ocağı da var.Kahveni pişir!..dedi..
    Büyük bir şaşkınlıkla kahvemi de içtim.Olağanüstü bir hızla yükseliyorduk.Anka kuşu:
    -Son dolapta büyük bir şişe var.Ondan bir kadeh iç!Yanındaki küçük şişeden gözlerine sürme çek! Çünkü biraz sonra atmosferin dışına çıkacağız..dedi.

    Yürü ,ey zair-i biçare yürü,durma yürü!
    Yürü ki,nüzhet-i vuslatta teali göresin


    Söylediklerini yerine getirdim.Havanın mavi rengi ,koyu bir lacivert haline döndü.Birdenbire kopkoyu bir karanlık ortaya çıktı.Benzeri hiç görülmeyen ve kimsenin hayal bile edemeyeceği kesif bir karanlık içinde kaldım.Fakat gözlerime çektiğim sürme sayesinde gökkubeyi aydınlatan milyonlarca yıldızı ,Anka kuşunu ve sırtındaki malzemelerle kendimi oldukça net görebilmekteydim.Öyle ki yıldızların parlaklığı bile bir işe yaramıyordu.


    Biraz sonra ,büyük bir hayretle iri çakıl taşlarından yapılmış gibi görünen,genişliği okyanusa göre sınırlı,fakat uuznluk bakımından sonu görülmeyecek kadar uzun olan bir şose yolu gördüm.

    Gökyüzünde böyle garip bir şoseye ratlayacağımı hayal etmediğimden hayretimi Anka kuşuna arz ettim.Anka kuşu güldü .Çekim gücüne sahip olana pençesini kaldırdı ve büyükçe bir çakıl taşını yakaladı.Taşı bana vererek:
    -Sana anlam dilinden anlama gücü verdim.Taşla konuş! dedi.

    Sigaramı yaktıktan sonra taşı karşıma alarak:
    -Ey taş!Sen nsein?Nereden geldin?Nereye gidiyorsun?dedim.

    Taştan ,iniltili ve üzüntülü bir ses duymaya başladım:


    -Ey insan!Yine yaralarımı deştin.Yine hüzün kapılarımı açtın.Ah!Ben neyim?Neydim?Hiç bilmiyorum!
    Fakat bildiğim bir şey var,o da bir zamanlar bu kainatta sayılamayacak kadar çok olan evlerden bir evin prçasıydım.Küçük olmama rağmen vücudumu meydana getiren yirmi-otuz tanesi ,o evde ilim ve olgunluğu ile şöhret kazanmış alimlerin ,cihangirlikle tanınmış padişahların vücudunun bazı bölümlerinde bulunmuştu.Ben de,benzerlerim gibi o evde gam ve kederden uzak bir hayat sürdürüyordum.

    Gün geldi,dehşetli bir gürültü evi sarstı ve şiddetli bir fırtına evi yerle bir etti.O koca ev milyarlarca parçaya ayrılarak her birisi meçhul yerlere doğru uçtu,gitti.

    Ben de milyonlarca arkadaşımla beraber acayip ve meçhul bir yolda yürümek zorunda kaldım.Milyonlarca sene bir ışık ve ısı kaynağının çevresinde dolaşarak bazen parlayıp bazen sönerek vakit geçirdim.
    Gün oldu,bilinmeyen bir takım sebeplerden ötürü o ışık kaynağından uzaklaşmaya başladık.Tarafsız bir yere,iki kainat arasına geldik.
    Heyhat!Yürüten elin kamçısı yine:

    ''Yürü'dedi..Bu kez başka bir ışık kaynağının,başka bir güneşin esiri,parlaklığının yansıdığı yer olduk..

    Milyonlarca yıl geçtikten sonra bazı arkadaşlarımla da bu sefer başka bir derde yakalandık.Yeni güneşimizin etrafında dönerken bazı arkadaşlarımız bir ateşe rastlıyor.Bu ateşin içine düşen arkadaşlarım feryatlar kopararak yanmaktadırlar.Biz de her an böyle korkunç bir sonu beklemekteyiz.Fakat heyhat!..
    Bilmem ki,yandıktan sonra yok olup rahat mı edeceğiz?Yoksa yine başka şekil ve suretle bu sonsuz sahada mı dolaşıp duracağız..''dedi.

    Taşı uzata fırlattım.Anka kuşu aklımdan geçenleri anlayarak:

    -Evet,bu taş,eskimiş,parçalanmış bir alemin geride kalan parçalarındandır.Birkaç kuyruklu yıldızın içinde hizmet etti.Şimdi de güneşin etrafında özel bir işle görevli.Atmosfere girerse,benzerleri gibi kayan yıldız olacak! dedi.


    Derin düşüncelere dalmış ,yorulmuştum.Biraz uyudum.
    Uyandığım zaman nemli bir havanın ciğerlerime dolduğunu hissediyordum.Yüksek bir tepenin üzerinde oturuyorduk.Etrafımızdaki manzara hayret vericiydi.
    Alemi sonsuz büyük bir okyanus kaplamıştı.
    Adaları kaplayan güzel otlar,acayip çiçek ve ağaçlar arasında somadaki mermerden yapılmış muhteşem ve sğlam evler bulunuyordu.
    Anka kuşu hatırımdan geçenleri anladı yine:
    -Merih gezegenindeyiz!dedi.

    Hayretten kendimi alamadım.
    -Yaşadığımız dünyaya ne kadar benziyor! dedim.
    _Evet ,dedi Anka Kuşu,çokça benzer.Yalnız burası biraz daha mükemmeldir.Çünkü,daha eskicedir.
    Yine sordum:
    -Burada bizim kıtalarımız gibi büyük kıtalar yok mu?
    Gezegeni büyük bir okyanus kaplamış.Küçüklü büyüklü binlerce adadan başka bir şey görmüyorum.
    Anka Kuşu:
    -Bu gördüğün okyanus değildir.


    Sular çekildiği zaman karalar ve denizler birbirinden ayrılır.
    Fakat nehir sularının taşması ve yağmur mevsiminin düzenli ve sürekliliğinden dolayı yüksek tepelerden başka yerlerde canlı yaşamaz.Bu sebeple Merih gezegeninde zararlı,vahşi ve lüzumsuz canlı kalmamaıştır.
    Burada yaşayan akıllı bir canlı,yani bu gezegenin insanı ,karaların bu şekilde adaya dönüşmesinden yararlanarak vahşi ve zararlı hayvanlarla uzun bir mücadeleye girişti.
    Sonuçta galip geldi.Yalnızca faydalı olan birkaç çeşit hayvan bıraktı.Bunlar da ıslah edilerek çoğaltıldı.
    Böylece mükemmel bir hayata sahip oldular.



    Bu gezegende büyük şehirler,hükümet vb. yeryüzüne has şeyler yoktur.Bura insanının anlayış kabiliyeti çok güçlü olduğundan sizin için gerekli olan bir çok şeye,onlar ihtiyaç hissetmezler.Dürbünü eline al,bura insanlarını biraz seyret.Çünkü birazdan hareket edeceğiz! dedi.

    Dürbünü mermer evlerden birine doğru döndürdüm.Büyük bir şaşkınlıkla ,yeryüzündeki insanlara benzeyen yaratıklar gördüm.Şu kadar ki,bunlar bizden fazla organlara sahiptiler.Şaşkınlığımı Anka kuşuna söylediğimde:

    -Bunda şaşılacak ne var?İnsan en güzel şekilde yaratılmıştır.Alemin yapısının tek tük farklılıklar istisna edilirse,neredeyse aynı olduğunu görmüyor musun?

    İnsan aklının keşfettiği geometrik şekiller ile tabiatın eşsiz güzellikleri arasında tam bir uyum sözonusudur.İşte bu uyum ,insanın alemin özü olduğuna ve gerçek yaratıcısı ile maddi-manevi bağlarının bulunduğuna en büyük delildir!


    Tekrar ucu bucağı belirsiz bir sahada gezinmeye başladık.Yüzlerce,binlerce küçük gezegene ,birçok kuyruklu yıldıza ,gökyüzünün şose yollarını oluşturan sayısız yıkılmış alemlerin kalıntılarına tesadüf ettik.
    Bir gün,Himalaya dağlarına tepe dedirtecek kadar büyük ve yüksek dağları olup tuhaf bitkileri bulunan sıcak bir gezegene vardık.
    Anka:
    -Burası Jüpiter gezegenidir! dedi.



    Jüpiter'deki canlıların iriliği ve şekil bakımından acayipliği ,yeryüzünün ikinci devrindeki fosillere benziyor,fakat daha büyük bir görünüm arz ediyordu.
    Burada durmadık.Sonunda öyle bir yere ulaştık ki,burası güneş sisteminin sonu idi.
    Zira güneşin çekim alanı ve güneşte devam etmekte bulunan patlamalar ,aklımızın kavrayamayacağı olağanüstü bir denge içinde yokediciydi.
    Bundan sonra tek ve çift güneşli birçok güneş sistemini ve üzerinde birçok canlının yaşadığı binlerce alemi seyrettik.
    Bütün bu gördüklerim ,temelde birbirlerinin aynı gerçeklerdi.Aralarında pek açık fark yoktu.
    Nihayet usanç geldi.Vaziyeti Anka'ya arz ettim:
    -Yolculuğa çıkalı yaklaşık bir yıl oldu.Acaba bu alemlerin sonu sayılan Sidre-i Münteha'ya yaklaştık mı?
    dedim.
    Güldü:
    -Hey çocuk!Alimlerimizin keşfettiği binlerce alemlerden henüz bir tanesinin milyonda birini bile görmedik!Heyhat!
    Milyonlarca sene büyük bir süratle dolaşsak bile yine de kainatın ancak bir bölümünü gezmemiz mümkün olabilir.
    dedi.
    Sözüme devamla:
    -Allah'ım!Allah'ım!Bu nedir?Akıllara durgunluk veren bu büyük ve bu geniş şeyde nedir böyle?
    dedim.
    Anka Kuşu:
    -Buna Kaf Dağı derler.Sonsuzdur.
    dedi.
    Dilimi yutmuştum.Nihayet bir gün Anka dedi ki:
    -Üçüncü dolaptaki şişeden de biraz iç ve bütün cesaret ve kuvvetini topla!Korkma!Çünkü bu güne kadar hiçbir insanın görmediği bir manzara göreceksin.
    Şu karşımızda gittikçe büyüyen güneşi görüyor musun?Bu güneş sizin güneşinizden binlerce kat daha büyüktür.Şimdi onu yakından seyredeceksin.
    Hızla uçmaya başladı.(76.syf)




    Hızla uçmaya başladı.Dolaptan şişeyi çıkardım.İçindeki sudan biraz içtim.Korku ve titremeler içinde gittikçe büyümekte olan güneşe bakakaldım.
    Güneş ilk önce büyük bir tarla gibi görünüyordu.Nihayet ufku kapladı .Karşımda her türlü düşünce hayalin üzerinde bir ateş denizi vardı.Biz henüz güneşin uzakta görünen yüzünden bir hayli uzak ve nur gibi bir havanın içinde bulunduğumuzdan,yüzeyindeki ateş dalgaları dağ gibi görünmekteydi.Fakat güneşin yüzeyine yaklaştıkça alevli dalgaların büyüklüğü ,insanın görme gücünün ve vicdanındaki kuvvetin üstüne çıkmaya başladı.
    Anka dedi ki:
    -Güneşteki patlamaların meydana getirdiği müthiş gürültünün derecesi tasavvur ve hayal etmeye gücün yetmez.
    Dünyanızdaki gök gürültülerini milyon kere büyültürsen,bunlar hakkında az da olsa bir fikir edinmiş olursun.
    Anka kuşuna geri dönmek istediğimi söylemeye kararverdim.Çünkü her biri yüzlerce kilometre yüksekliğindeki dalgaların birbirini izlemesi,insan gücünün üzerinde bir cehennemi andırıyordu.
    O sırada sanki o ateş kaynağı,o semavi cehennem titredi.Yüzeyindeki akıcı ateş dalgaları birbiriyle çarpışarak bir an için başı ve sonu görünmeyen ateş dağları halini aldı.
    Güneşin yüzeyi çatladı,yarıldı.Yeryüzü büyüklüğündeki bir yarıktan ,binlerce kilometre yüksekliğinde dalgalar ortaya çıktı.Bu korkunç manzaraya dayanamayarak dehşet ve korkudan bir nara atıp bayılmışım.
    Gözümü açtığım zaman kendimi kavuklu zatın mezarı üzerinden yuvarlanmış,yerde yatıyor gördüm.
    Aynalı kahve pişiriyordu.Yanına gittim.
    Aynalı ciddi bir edayla:
    -Kaynak bir olduktan sonra pire de aynı,fil de aynı!Onun için Arif kimseler Anka Kuşu gibi sonsuzluk sahasında boşu boşuna dolaşmazlar.
    Boş şeyler bunlar!
    Bu azamet ve vicdanı paramparça eden bu uçsuz bucaksız derya,Allah Teala'nın büyüklüğü karşısında bir anlam ifade etmez.
    Hele kahveni iç!
    dedi.


    Ey Vahdet!Bahr-ı bi-payan !
    Sen(s)in mevce-zen..
    Kesret-i emvac içinde rü-nüma sensin yine
    Bin isim ,yüzbin çeşide vermiş isen de kendine
    Her ne dense ,asman eflak,ervah-ı beden
    Yalnız sensin ,sen!

    Dikkat ve im'anla baksa çeşm-i insan aleme
    Asmana,kubbe-i minaya,mihr-i envere
    Alem-i balaya ,arşa,bir de bu esfel yere
    Dürbin-i marifetle baksa vech-i Adem'e
    Yalnız sensin,sen!

    Sümbül ve reyhanda da şevk(d)e ve gıylanda da
    Dil-hıraş-ı feryad-ı arslanın,nevası bülbülün
    Gonca-i şevk-bahşı,büy-i ruh-nüvazı bir gülün
    Zerre-i camidde de,en ufak hayvanda da
    Yalnız sensin,sen!

    Cümle havassımda,kalbde,akl u vicdanımda
    Sevk-i aşkla mest ü bi hoş olduğum demlerde
    Derd-nak-ı yardan mehcur kaldığım demlerde
    Hasret ü firkatle süzan,bi-karar canımda
    Yalnız sensin,sen!

    Aguş-ı vuslatımda mehlika lerzan iken
    Cavidani bir hayatı sığdırırken ana
    Bi-hoş nigeran olurken kar gibi gerdana
    Havl-i ulviyetde ruhum valih ü hayran iken
    Yalnız sensin,sen!


    Ey Vahdet!

    Uçsuz bucaksız deniz,dalgalanan sensin.Onca dalgaların içinde yine görünen sensin.Kendine binlerce ,yüz binlerce çeşit isim vermişsen de gökyüzü,felekler ve bedendeki ruhlar yalnız sensin,sen!

    İnsanın gözü dikkatle aleme baksa ;gökyüzüne ,billur kubbeye ,ışık saçan güneşe,yüce alemlere ,arşa ,bir de bu alçak dünyaya baksa;ardından da insanın yüzüne marifet dürbünüyle baksa,bütün bunların yaratıcısı yalnızca sensin,sen!

    Sümbülde,reyhanda ,neşe ve tasada ,arslanın yürek parçalayan kükreyişinde ,bülbülün sesinde,neşe bahşeden goncada,bir gülün ruhu okşayan kokusunda,en ufak cisimde,küçük bir canlıda varolan yalnızca sensin,sen!
    Bütün duygularımda,kalbim,aklım ve vicdanımda ,senin aşkının neşesiyle sarhoş olup kendimden geçtiğim zamanlarda ,sevgilinin dert ve sıkıntılarından uzak kaldığım anlarda,hasret ve ayrılıkla yanıp tutuşan,kararsız halde kalan canımda varolan sadece sensin,sen!

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


  6. #6
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart Altıncı Gün:Kaf ve Anka

    On sekiz yaşında,Hint padişahının oğluymuşum.Bir gün şehirde bir gürültü duyuldu.
    Herkes telaşa düşmüş,hatta saray halkı bile heyecanlanmıştı.Meşhur alim ve tanınmış bir bilge olan lalama bu telaş ve heyecanın sebebini sordum.
    Bana şunları anlatmaya başladı:
    -Şehzadem!Hint ülkesine uzun zamandır bir ejderha musallat oldu.Bu ejderha yedi başlı,yetmiş ayaklı ,derisi hiçbir kesici aletin işlemediği acayip,sağlam ve tuhaf bir zırhla kaplı;ağzından ateş püskürtür ve her dilden konuşur.
    Müthiş bir yaratıktır.Her yedi senede bir gelip bize:
    -''Bu kervan nereye gidiyor?''
    diye sorar.
    Hangi kervan bilinmez!Bu soruyu yedi defa tekrar eder.Yedincide cevap alamayınca,hepsi yirmi yaşında olmak üzere yedi delikanlı ile yedi kız kendisine kurban verilir.
    Onları yutar.Sonra da:
    -''Yedi sene sonra geleceğim.Bu sorunun cevabını Kaf Dağı'ndaki Anka'dan öğrenebilirsiniz!
    deyip gider.

    İşte vakit geldi,çattı.Yedi yıl geçti.Ejderha bugün gelecek.Biz de mecburen kura çekerek yedi delikanlı ile yedi kız seçip ona vereceğiz.''
    dedi.
    Lalamın anlattıkları beni epeyce şaşırttı.Lalamdan daha fazla bilgi edinmek istedim.Ona dedim ki:
    -Lalacığım!Bu Kaf Dağı acaba nerededir?Anka kim olur?
    Lalam cevap verdi:
    -''Şehzadem!Kaf Dağı hakkındaki söylentiler çoktur.Fakat hakikati bilen ve bu dağı gören hiç kimseye rastlamadık.
    Bazılarına göre Kaf Dağı ,dünyamızı çepeçevre kuşatmış zümrütten bir dağ,bazılarına göre de Dünya'nın tam ortasında ,gökyüzüne doğru uzanan tek ve büyük bir dağdır.
    Fakat bu dağı kim görmüş?Bunu bilen yok.
    Oraya nereden gidilir?Dünyanın neresindedir?Bu da belli değil.
    Bazıları Kaf Dağı'nın varlığını kesinlikle inkar edip böyle bir dağ dünyamızda yoktur,derler.Dolayısıyla bunlar ,Anka için de aynı şeyi düşünürler.
    Bazıları da Anka için,Kaf Dağı'nda yaşayan bir kuşmuş,hem de öyle bir kuşmuş ki konuşur,milyonlarca seneden beri yaşar,ama hiç ölmezmiş .Fakat onu ne gören ne de bilen var.''dedi.

    Ejderha o gün gelip alışılageldiği üzere yedi gün süreyle sorusunu sordu.Cevap veren olmadığı için kurbanlarını alıp gitti.
    Şehir büyük bir yas içinde kaldı.Ben bu durumdan son derece müteessir oldum.Çoğu zaman geceleri uyuyamaz,sabahlara kadar Kaf Dağı'nı ve Anka'yı
    düşünürdüm.

    Nihayet kesin bir karar verdim.Babamın huzuruna çıktım.Ülkemizi ejderhadan kurtarmak üzere Kaf Dağı'nı aramaya çıkacağımı,Anka'yı bulup
    ejderhanın sorusunun cevabını öğreneceğimi söyledim.
    Babam son derece adaletli ve zeki bir hükümdardı.Bu bakımdan benim bu uğurda öleceğimi bilmesine rağmen buna engel olmadı.Bana:
    -Bir görevi üzerine alıp bu görev uğrunda canını feda etmek ,padişah ve oğullarına yakışır bir davranıştır.Haydi oğlum!
    Sen hazırlıklarını tamamla!Ben de üzerime düşen ne varsa yerine getireyim .''dedi.
    Aldığım karar halk tarafından duyulunca ,minnet ve sevinçlerinden sarayımın eşiğini öpmeye,başarım için her gece dua etmeye başladılar.
    Babam da ne kadar alim ve bilge kişi varsa hepsini topladı.Onlara karar ve düşüncelerimi bildirerek ne tarafa gitmemin daha uygun olduğunu sordu.
    Birçok görüş konuşulup tartışıldıktan sonra yaşlı ve olgun bir bilge dedi ki:
    -Padişahım!Böyle bir yolculuk kalabalık bir toplulukla yapılmaz.Bir-iki kişi kemerine koyacağı değerli mücevherlerle ,hatta gerektiğinde sadaka toplayarak
    kendisini geçindirerek senelerce bu yolculuğa katlanabilir.Bir sürü kalabalığın yabancı ülkelerde yiyip içmesi ve serbestçe seyahat etmesi mümkün değildir.
    Bu durumda şehzademiz bu uzun yolculuğa yanına birini alarak çıkmalıdır.Ne tarafa gidileceği meçhul.Bu konuda biz de isabetli bir karar vermekten aciziz.
    Yalnız bunun da bir çaresi var.Himalaya dağlarının ötesinde bir inziva yeri vardır.Burada ilim ve keşif sahibi ,bilgelikte benzersiz bir zat oturmaktadır.O bizim bilmediğimiz pek çok şeyi bilir.
    Şehzade önce onun yanına giderek ona güzel hizmetlerde bulunup onun sevgi ve takdirini kazansın.Sonra da hiç birimizin bilemediği bu yeri ona sorsun.Belki talih yüzüne güler.

    Bu görüş herkes tarafından kabul edildi.
    Bir gün bütün halk,babam,vezirler,vekiller ve alimler tarafından uğurlandıktan ve acılı bir şekilde vedalaştıktan sonra yüz binlerce halkın gözyaşları arasında,büyük bir tezahüratla Hindistan'ın kuzeyine doğru hareket ettim.


    Yanımda lalamın oğlu Bahadır bulunuyordu.Kemerimde yükte hafif pahada ağır bir sürü mücevher olup fakir bir kılıkla yolculuk ediyorduk.Yolculuğun getirdiği sıkıntı ve zorluklara alışa alışa.

    Himalaya'nın karlarla kaplı tepelerini aştık.İnzivadaki zatı bulmak için çok aradık,dolaştık.Nihayet bilge kişinin yaşadığı yeri bulduk.
    Huzuruna girdim.Düşündüklerimi ve arzu ettiklerimi ona söyledim.
    Ak sakalını eline aldı ve derin düşüncelere daldı.



    Sonunda dedi ki:
    -''Oğlum!Biz pek çok şeyi bilsek de Kaf Dağı'nın nerede olduğunu öğrenemedik.Fakat buradan yedi aylık bir uzaklıkta Milset
    Şehri harabeleri vardır.Orada bir kuyu bulunur.Ağzı ,çok değerli bir taş kapakla kaplıdır.Bu kapak bazen bilinmeyen bir sebeple
    açılır.Şimdi git,o kuyunun başında bekle.Şayet nasibin var da,kuyudan içeri bir iple inersin.Orada bir deliğe rastlayacaksın.
    Onu izleyerek yürü.İleride bir meydan göreceksin.Meydanın ortasında bir saray vardır.Saraya gir.Göreceğin şeylere hiç ilgi gösterme.
    Ne dur,ne dinlen,ne de kork.Üst katta mermer bir dolap içinde küçük bir sandık bulacaksın.Onu al ve kuyuya dön.Eğer kapak hala açıksa ipe sarılarak dışarı çık ve sandığın içindeki levhayı oku.''

    İp ve diğer gerekli malzemeleri hazırladıktan sonra bilge kişinin elini öpüp duasını aldım.Belirtilen yere doğru yola çıktık.Sora sora nihayet Milset harabelerini bulduk.Daha önce sözü edilen kuyunun başında beklemeye başladık.
    Bahadır'a gerekli talimatı verdim.Buraya gelişimizin kırkıncı günü kapak yavaş yavaş açıldı.Zaman kaybetmeden Bahadır'la vedalaşıp kendimi iple kuyuya sarkıttım.Ayaklarım yere değince ipi belimden çözüp deliği aramaya başladım.Onu buldum.
    Bir dakikalık bir tereddütten sonra içine girerek yürümeye beşladım.Az sonra oradan bir meydana çıktım.İnsanın içine ferahlık veren bir bahçenin ortasında,altından yapılmış bir saray gördüm.
    Hemen kapısından içeri girip yüzlerce odasında ne var, ne yok diye araştırmadan doğruca üst kata çıktım.Odayı gördüm.Dolaptan sandığı çıkardım ve büyük bir hızla kuyuya döndüm.Kapak yavaş yavaş kapanıyordu.
    Bahadır avazı çıktığı kadar bağırıp çağırmakta ve ağlayarak kapağın kapanmakta olduğunu söylemekteydi.
    Hemen ipi belime bağlayıp Bahadır'a ipi çekmesini söyledim.Bahadır ipi çekmeye başladı.Sonunda dışarı çıktım.Bahadır'ı kucakladıktan sonra sandığı bin bir güçlükle açmayı başardık.

    İçinde çelik bir levha vardı.Levhanın üzerinde şu iki Gazel yazılıydı...


    SIRRIMDAN BANA HİTAP:

    Matla-ı şems-i hüviyet,menşe-i ekvan benim
    Mena-ı mana-yı kesret,mahzen-i ebdan benim.

    Ben oyum ki,kendi emrimden yarattım alemi
    Hep şuunumdur bu mevcud deh-i bi payan benim

    Ben oyum ki ,la mekanım,la zamanım,la kuyud
    Her zamandan ,her mekandan münceli imkan benim

    Arş benim ,kürsü benim ,asman-ı seb'a benim
    Madde vü cevher u unsur camid hayvan benim

    Nur-ı mahzım,sırr-ı Mutlak,nokta-i ıtlak-ı nun
    Hem ruhum ,hem melaik ,Adem'im,insan benim

    Ben o zat-ı Mutlak'ım ki,vasf u fi'limle ayan
    Ey...Halık-ı zi-şan benim,Rahman benim.


    Benlik güneşinin doğup varlıkların ortaya çıktığı yer,kesret manasının kaynağı ve bedenlerin hazinesi benim.
    Ben öyle bir varlığım ki ,alemi kendi emrimle''ol!''dedim ve yarattım.
    Bu varlıkların hepsi benim yarattıklarım olduğundan sonsuz zaman da benim.
    Ben öyle bir varlığım ki,mekandan,zamandan ve herhangi bir kayıttan uzağım.
    Buna rağmen her zaman ve her yerde olan da yine benim.
    Arş benim,kürsü benim,yedi kat gökler benim.
    Madde,cevher ,unsur,canlı-cansız her şey benim.
    Ben nurun özüyüm,mutlak sırrın ,nun'a konulan noktayım.
    Ben hem ruhum,hem melekler ve hem de Adem'im,yani insanım.
    Ben sıfatları ve fiilleriyle apaçık olan Mutlak Zaat'ım.
    Şanlı Yaratıcı Ve Rahman benim.


    Benden Sırrıma Cevap:
    ---------------------

    Ben oyum ki,''ben''dedikçe maksadımdır kudretin
    Ben oyum ki,benliğimden zahir olmuş vahdetin

    Farz edersem benliğim senden cüdadır Ey Vücud
    Vehm-i mahzım ,hiç vücudu var mı ma'dümiyyetin

    Bir fakirim ki neyim varsa senindir,bense hiç
    Fakr-ı fahrı eldedir ferman-ı Vahdaniyyet'in

    Arş u kürsi,arz u eflak hep senin emrinle var
    Suhuf-ı ekvan dest-i takdirinle mektub ayetin

    Sen o zat-ı bi-nişansın,la mekansın ,bi-zaman
    Her ne varsa fi'l ü evsafın,kemal-i kudretin

    Sen o mevcudsun ki senden bir diğer yok münceli
    Her vücuda oldu kayyum,sırr-ı mevcudiyyetin.


    Ben öyle bir varlığım ki ,''ben''dediğimde kastettiğim şey senin kudretindir.
    Yine ben öyle bir varlığım ki,vahdetin benim benliğimden ortaya çıkmıştır.
    Ey Varlık!Benliğimi senden ayrı düşünürsem,bu benim için tamamen bir kuruntu olur.
    Hiç olmayan bir şeyin varlığı olur mu?
    Ben öyle fakirim ki ,neyim varsa hepsi senindir;ben ise bir hiçim.
    İsteyerek gönüllü bir şekilde elde edilen fakirlik senin birliğinin en büyük delilidir.
    Arş,kürsü,yeryüzü ve gökler senin emrinle var olmuştur.
    Senin varlığına ve birliğine kainatın sayfaları delildir.
    Bunlar senin kudret elinle yazılmıştır.
    Sen zaman ve mekana muhtaç olmayan,mahiyeti bilinmez yüce bir Zat'sın.
    Dünyada her ne iş ve sıfatlar varsa bütün bunlar senin kudretinin eserleridir.
    Sen öyle bir varlıksın ki,senden başka görülen bir şey yoktur.
    Senin varlığının sırrı kainatın temelidir.
    Her şey seninle vardır.



    Bu iki gazeldeki manayı anlayıp anlamadığım şöyle dursun ,üstelik bunlarda Kaf Dağı ve Anka'ya dair bir tek harf bile yoktu.
    Büyük bir ümitsizliğe kapıldım.Nihayet Bahadır'la uzun uzun konuşup görüştükten sonra yolculuğumuzu doğuya doğru sürdürmeye ve gittiğimiz her yerde
    Kaf Dağı'nı sormaya karar verdik.
    İki sene kadar çeşitli millet ve topluluk arasında dolaşıp yüzlerce beldeden geçtik.Fakat Kaf Dağı hakkında gerçek bir bilgiye ulaşamadık.

    Bir gün büyük ve gelişmiş bir şehre uğradık.Bir handa misafir olduk.Birkaç gün sonra tellallar şehrin sokaklarında dolaşarak şöyle bağırıyorlardı:
    -Ey Ahali! Her kim Milset harabelerindeki kuyuda saklı bulunan levheyı getirir de alimlerin reisine verirse,karşılığında kendisine üzerinde büyük bir sır yazılmış,ondan daha önemli bir levha
    verilecektir.
    Tellalın bu sözleri dikkatimi çekti.Levha yanımızdaydı.Zaten onun bir faydasını görmemiş,hiçbir şey anlamamıştık.
    Alimlerin reisine giderek söz konusu levhanın yanımda olduğunu söyledim.Alimlerin reisi sevincinden boynuma sarıldı.
    Bendeki levhayı alıp bana başka bir levha verdi.

    Levhaya baktım.Bunda da şöyle bir şiir vardı:


    Alemde meşhud olan bu deveran
    Tekamül içindir,kemale doğru.

    Her nokta cevval,her zerre raksan
    Uçup giderler visale doğru.

    Ekvan ,insan koşup giderler.
    Tutulmaz,kapılmaz hayale doğru.

    İnsan isen gel,matlubu anla
    Yorulma ,gitme Celal'e doğru.

    Ufk-ı ezelde doğan bir güneş
    Gider mi aceb zevale doğru?

    İfate etme kıymetli vakti
    Çevir yüzünü Cemal'e doğru.


    Dünyada gece-gündüz devam eden bu hareketlilik ,bir tekamül içerisinde olgunlaşmaya doğru gitmektedir.
    Her nokta ve her zerre hareket etmekte ve hepsi Rabbine kavuşmak için yol almaktadır.
    Kainat ve insan da belirsiz bir hayale doğru koşup gitmektedir.
    Eğer sen insansan gel,senden istenen şeylerin ne olduğunu anla.
    Yorulma ve Allah'ın çok şiddetli olan Celal sıfatından kaçın!
    Başlangıcını bilmediğimiz zamandan beri ufukta doğan güneş acaba bir gün hiç doğmaz olur mu?
    Şu üç günlük dünyada değerli vaktini boş yere harcama!
    Yüzünü Rabbine ,O'nun güzelliklerine doğru çevir.

    Bu şiir,hayret ve merakımı arttırdı.Alimlerin reisine yolculuğumun sebebini anlattım.O da hayrete düşerek dedi ki:

    -''Çok tuhaf !Ben de bu levhayı Nezara Harabeleri'ndeki bir kuyudan çıkarmıştım.Fakat manasını anlayamadığımdan arzu ettiğim şeye ulaşamadım.
    Yıllarca seyahat ettim.Sonunda Serendip Adası'ndaki Adem Tepesi'nde dünyadan el etek çekmiş birisine tesadüf ettim.''
    Bana:
    -''Milset Harabeleri'ndeki levhayı ele geçirirsen arzu ettiğine kavuşursun.''dedi.
    Yıllarca bu harabeyi aradım,ama bulamadım.Sonunda büyük bir ümitsizliğe düşerek ülkeme geri döndüm.Her yıl defalarca tellallar çıkarmayı alışkanlık haline getirdim.Nihayet senin aracılığınla levha elime geçti.Fakat ne yazık ki bu levhalarla da müşkülümü çözemiyorum.Ya sen ne yapıyorsun?''dedi.

    -''Ben de müşkülümü halledemiyorum ''dedim.
    Beraberce Serendip'e giderek Adem Tepesi'ndeki o kişiyi bulmaya ve elimizdeki levhaları ona göstermeye karar verdik.
    Uzun bir yolculuktan sonra Adem Tepesi'ne ulaşıp adamı bulduk.Levhaları verdikten sonra ,müşkülümüzü ona arz ettik.Biraz düşünceli ve biraz da şaşkın bir durumda bize şunları söyledi:

    -''Tevfik olmazsa tarif bir işe yaramıyor.''

    Bana dönerek:

    -Ey soru soran! Birinci levhadaki şiir Kaf Dağı ile Anka'yı bildiriyor.(Kulağıma gerekli izahatı fısıldadı.)İkinci levhadaki şiir ise ejderhanın sorusuna cevaptır.

    Bize sonsuz gibi görünen bu kainat,bu varlık kervanı ,bu yıldızlar,bu gezegenler,bu alemler bir boşlukta yüzmektedir.
    Rahman olan Allah'ın arşı içinde,yeri ve mahiyeti bilinmeyen eşsiz bir sırra,aşk nuruna doğru uçup gidiyorlar.Bu yolculuk ve süreklilik arz eden bu hareket ezeli ve ebedidir.''dedi.

    Bu sözleriyle adam,arkadaşımın da müşkülünü halletti.Elini öpüp sevinçli ve neşeli bir şekilde ülkelerimize dönmek üzere yola çıktık.Yolun yarısına gelince reisle vedalaştık.

    Bahadır ve ben üç ay sonra şehrimize ulaştık.Meğer yolculuğa çıkalı yedi sene olmuş.Şehre varışımız ejderhanın gelişinden
    bir gün öncesine rastladı.Babam yaşlanmıştı.Halk büyük bir üzüntü ve ızdırap içerisinde ertesi günü bekliyordu.Ben ve Bahadır yedi yıl içinde çok değişmiş,tanınmaz bir hale gelmiştik.
    Bahadır'ı babama yollayıp :

    -''Ejderhaya cevap verecek bir derviş geldi.Sabahleyin bütün ahali şehir dışına çıksın.Şenlikler için hazırlıklar yapılsın! ''şeklinde bir haber gönderdim.

    Babam sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı.Vezirleri ve alimleriyle görüştükten sonra ertesi günü şehir dışına çıkılmaya karar verilmişti.Tan yerinin ağarmasıyla birlikte ahali akın akın şehir dışına çıkmaya başladı.Ben de Bahadır'ı yanıma alarak gittim.
    Padişahın huzuruna çıktım.Bana çok büyük saygı ve ikramda bulundular.Babam,meselenin öneminden dolayı korku ve ümit arasında bir durumdaydı.


    Derken ejderha heybetiyle karşıdan göründü.Halkın toplanmış olduğunu görünce afalladı:

    -''Vay ,vay!Benimle savaşmak mı istiyorsunuz yoksa?Şimdi ağzımdan çıkaracağım bir ateşle sizi ve ülkenizi yakarım!''diye bağırdı.

    Bir elçi ejderhaya gönderilerek amaçlarının savaş olmayıp sorusuna cevap verecek bir adamın ortaya çıktığını bildirdi.

    Ejderha:
    -''O adamı bana yollayın''dedi.
    Ben yerimden kalkıp ejderhanın karşısına dikildim.
    -''Ey insanoğlu!Eğer sorularıma cevap veremezsen seni yuttuktan sonra yedişer yerine yetmişer erkek ve kız kurban isterim.!''dedi.
    Ejderhanın bu şartı padişaha bildirildi.Biraz tereddütten sonra padişah kendisine verdiğim garanti üzerine buna razı oldu.Nihayet ejderha alışılagelen sorusunu sordu.
    -Bu kervan nereye gidiyor?
    Herkesin ruhu sanki bedeninden çıkmış,iki dudağımdan çıkacak söze doğru uçmaya başlamıştı.Ejderha'ya dedim ki:


    -''Ey akılsız ifrit! Tekamüle muhtaç olan bu kainat ,her zaman yürümek zorunda bulunan bu kervan ,hayali mümkün olmayan eşsiz bir sırra,her şeyi kendine çeken Allah Teala'nın cemalinin nuruna doğru koşup gitmektedir.''

    Ejderha bu sözleri işitir işitmez hafızalara sığmayacak tarzda korkunç bir nara atıp silkindi ve on beş,on altı yaşlarında melek yüzlü bir peri kızı oldu.
    Bu sırada herkesin merak ve şaşkınlığı son derecesine varmıştı.Kız yanıma gelerek dedi ki:
    -''Ben Allah Teala'nın kudretiyle yarattığı yaratıkların en güzeliyim ve her zaman on altı yaşındayım.Fakat kaderin cilvesi beni evvelce gördüğünüz ejderha şekline soktu ve kurtuluşumu sorduğum sorulara verilecek doğru cevaplara bağladı.
    Şimdi siz bu sorunun cevabını verdiniz.Beni o iğrenç görünümden ve birçok insanı da benim kötülüğümden kurtardınız.
    Artık ben sizin cariyenizim.''
    Herkesin sevinci tarif edilemez bir derecedeydi.Askerler halka susmalarını emrettiler.Halkın susmasi üzerine padişah konuşmaya başladı.
    -''Sevgili halkım!Bu erdemli ve olgun delikanlı sizi büyük bir beladan kurtardı.Size daha büyük hizmetlerde bulunacağına kimse şüphe etmez sanırım.
    Ben ise çok ihtiyarladım.Şimdiye kadar saltanat yükünü taşıyışımın sebebi ,zavallı oğlumun kaybolması üzerine yerime geçecek kimse bulamadığımdan ileri geliyordu.

    İşte bu asil genci bize Cenab-ı Hak gönderdi!Onun aracılığıyla sizi kurtardı.Ben de kendisini yerime bırakıyorum.Allah tacını ve tahtını ona mübarek etsin!!dedi.
    Beni yanına çağırdı,kucakladı.Artık dayanamadım ve ellerine sarılarak:
    -''Babacığım!Oğlunu tanımadın mı?''dedim.
    Babam bir sevinç çığlığı atarak bayıldı.Herkes,benim kendilerini kurtarmak için yolculuğa çıkan şehzade olduğumu anladı.
    Halkın sevinç ve neşesine diyecek yoktu!Herkes birbirini kucaklayıp tebrik ediyordu.
    İğrenç ifrit kılığından kurtulmuş olan peri kızıyla evlendim.Benimle birlikte daha önce ejderha için kura çekilerek ayrılan yedi erkek ve kızın da düğünleri yapıldı.
    Ben Bahadır'ı vezir tayin ederek ülkeyi idare etmeye başladım.
    Bir Cuma günü ata binerek gezintiye çıkmıştım.Nasılsa atın ayağı sürçerek yere düştüm...

    Gözümü açtım.

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


  7. #7
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart Yedinci Gün:Azamet Deryası ve Büyüklük Girdabı

    Bugün Aynalı Baba pek neşeliydi.Hatta ne kadar sevinçli olduğunu herkese göstermek için külahına kocaman bir ayna parçası ,
    cübbesine de iki büyük sarı teneke takmıştı.Minnet sahibi bir mürid şeyhine karşı nasıl bir saygı duyuyorsa ben de Aynalı'ya karşı aynı duyguları taşıdığımdan ,teneke parçaları değil de cübbesine kocaman bir gaz tenekesi taksa bile yine ona olan saygım kaybolmazdı.
    Ona neşesinin sebebini sordum.Cevaben dedi ki:


    -Bizim berber Hacı Molla'yı bilirsin.Kedisi doğurmuş.
    Hem de pamuk gibi beyaz ve çok sevimli bir yavru!''
    Hayretle:
    -''Affedersiniz azizim!Hacı Molla'nın kedisinin doğurmasından bu kadar sevinmenizin sebebini anlayamıyorum.!
    -''Oysa mesele çok basit.Pamuğun sağ salim münasebetiyle biz de bugün şenlik yapacağız.''
    -''Bir kedi yavrusu için şenlik yapmak ,öyle mi?(Elimde olmadan ,mizah yollu bir tavırla)Bu muhterem yavrunun
    ismi konulduğu gün de merasim yapılacak mı?''
    -''İsmi konulmuştur.Hacı Molla her ne kadar ismini...(gülerek)yeni kelimeler
    İnsanların yüz binlerce senedir yeni kelimeler türetmek için uğraşmasına rağmen hala gerektiği kadar bulunmayışı tuhaf değil mi?''
    Birden alıklaştım:
    -''Ne gibi efendim?''
    -''Annenin ismi Pamuk.Yavruya da Pamuk ismini vermek sıradan bir şey olacaktı.Oysa Hacı Molla ,yavruya da beyazlığı çağrıştıran bir isim
    koymak istiyordu.Kar,koymak istedik,biraz soğuk kaçtı.
    Beyaz ismi de tekrara pek uygun düşmüyordu.Ak anlamındaki Sefid'i de Hacı Molla kesinlikle kabul etmedi.Çocukluğunda coğrafya dersinde Akdeniz
    sebebiyle dayak yediğinden bu kelimeden nefret ediyordu.Ak ismini teklif ettim.Hacı Molla kızdı:
    -''Yavruyu Ak!Ak!Ak! diye çağırdığım zaman herkes beni ördek gibi ötüyor sanır''dedi.
    ''Pamuğun Farsçası olan Pembe Olsun'' dedim.Hacı Molla :
    -''Beyaz bir kediye kırmızı denilmez ''diyerek bunu da reddetti.
    Sonunda yavrunun adını Zararsız koyduk!
    Gülümseyerek:
    -''Şenlik yapılacak .Bir kedi yavrusu ...''Daha cümlemi tamamlamadan.
    -''Azizim!İnsanlar mantığı,konuştukları her şeyi ayırdetmek için ve her dediklerini mantığa uydurmak için icat etmişlerdir.

    Şimdi sana desem ki,falan ülke kralının bir oğlu dünyaya gelmiş,o millet şenlik yapıyormuş.Bu sözlere hiç şaşırmaz,belki de bunu son derece normal
    bulursun.Fakat,bir kez düşün!

    Öncelikle bu çocuğun yaşayıp yaşayamayacağı meçhul!
    İkinci olarak ,iyi birisi olup olmayacağı meçhul!
    Üçüncü olarak ,insan olduğu için iyiden çok ,kötüye meyletmesi muhtemel!
    Dördüncü olarak ,kralın oğlu olduğu için kibirli,zalim,bencil,hatta cahil olması da mümkün.

    Şimdi bu özellikleri taşıyan bir çocuk için şenlik yapılmasına ses çıkarmazken,Zararsız'ın dünyaya gelişi ,iki kişinin de mi sevinmesine değmez?''
    Alayları bile hikmetli birer ders seviyesinde olan bu garip adama,kendimi engelleyemediğim bir hayranlıkla bakarken Aynalı neyi üflemeye ,okumaya başladı.


    Ey dil!Cihanda sen şule-zensin
    Meçhulü her an tayin edensin
    Ayine-i eşya ,manzur sensin!

    Vahdetle her şey,maruf-ı vicdan
    Vicdanla alem,eşyayı insan
    Ayine-i eşya ,manzur sensin

    Batın tecelli eyler şuunda
    Zahir tayin eyler butünda
    Ayine-i eşya,manzur sensin

    Elvah-ı kevnin tevhidi sensin
    Ayat-ı Hakk'ın tecvidi sensin
    Ayine-i eşya ,manzur sensin!


    Ey gönül!
    Şu dünyada parlayan ve bilinmeyeni her an belirleyen sensin.
    Eşyanın aynası ve tabiatı,orada görünen sensin.
    Her şey vahdet sayesinde vicdan tarafından bilinir.
    İnsan eşyayı, insan dünyayı vicdanla bilir.
    Eşyanın aynası ve tabiatı ,orada görünen sensin.
    Meydana gelen hadiselerde varlığın iç yüzü görünür.
    Varlığın dış yüzü de iç yüzü sayesinde ayırdedilir.
    Eşyanın aynası ve tabiatı ,orada görünen sensin.
    Kainat levhalarının tevhidi sensin.
    Hakk'ın ayetlerinin tecvidi yine sensin.
    Eşyanın aynası ve tabiatı,orada görünen sensin.




    Dalmıştım...
    Uykudan tellalların sesiyle uyandım.Tellallar:
    -''Cabülsa şehrine kervan gidiyor.Yolcular akşama kadar kervana katılsın .Aksi takdirde gidemeyip kalırlar!''
    diye bağırıyorlardı.
    (Cabülsa:Uzakbatı'da bulunan ve bin tane kapısı olan efsanevi bir şehir.Tasavvufta ,insanın ulaşması gereken en son hedefi ifade eder.)



    Cabülsa...
    Ben Taberi Tarihi'nde böyle acayip bir şehrin bulunduğunu okumuştum.
    Fakat coğrafya kitaplarında bu isimde bir şehir geçmiyordu.
    Bu sebeple bu şehrin hayal mahsülü bir yer olduğuna inanmıştım.şimdi ise bu şehre kervan gidiyordu.Zihnim bu acayip
    meseleyi çözmekle uğraşırken ,bundan daha tuhaf bir şey dikkatimi çekti.Oturmakta olduğum odanın tavanı ve duvarları gümüştendi.
    Garip bir ses çıkararak birden ayağa fırladım.Karşımda duran aynada kendimi gördüm.Bu kez çıkardığım ses,sadece hayret çığlığı değil,hayret ile hiddet,üzüntü ile can sıkıntısı
    sebebiyle kalbimin derinliklerinden yükselen bir feryattı.Nasıl bağırmazdım ki,alnımın ortasında bir tek gözüm vardı.İki kolumun yerinde göğsümden çıkmış bir tek kol vardı ve
    tek ayak üzerindeydim.Gerçi bu tek ayakla yürümeye ,daha doğrusu zıplamaya gücüm yetmiyorsa da ,eski yürüyüşümü hatırlayınca bu yeni tarz yürüyüşü çok iğrenç buluyordum.
    Tek gözüm,tek kolum da beni gönlümden yaralıyordu.
    -''Yarabbi!Bu ne hal ,bu nasıl bir iş ''diye düşünürken kapı açıldı.
    Seke seke ,içeri bir kadın girdi. ve:
    -''Kervan gidiyor.Her şeyiniz hazır.Haydi artık vedalaşalım !''dedi.
    Gümüşten yapılı evden çıktım.Bütün şehir gümüştendi.İki ayaklı bir eşeğe binerek şehir dışındaki bir kervana yetiştim.Bütün insanlar benim gibiydi.
    Yanıma gelen bir arkadaşa Cabülsa şehrine kaç günde ulaşabileceğimizi sordum.
    -''Yedi senede!'' cevabını verdi.
    İki ayaklı bir eşek üzerinde yedi sene yol almak,doğru söylemek gerekirse ,yenilir yutulur şeylerden değildi.
    Arkadaşıma tekrar sordum:
    -''Burasının adı ne?''
    -''Cabülka Şehri.''
    Vay ,vay !Taberi Tarihi'nde okuduğum ve fakat coğrafya kitaplarında rastlanılmayan iki şehirden biri ha!Asıl garip olan da benim bu şehir halkından oluşum ve diğer acayip şehre gidişimdi.
    Arkadaşıma tekrar sordum:

    -''Cabülsa şehrine niçin gidiyoruz?''

    -''Oraya gitmek için kadıların kadısına dilekçe vermedik mi?''
    -''Verdik mi ,dersiniz?''
    -''Elbette!''
    -''Niçin dilekçe verdiğim bir türlü aklıma gelmiyor!''
    -''Çok garip!Tabi ki ,iki gözlü ,iki kollu ,iki ayaklı olmak için ...''

    Bunu duyar duymaz neredeyse sevincimden az kalsın bağıracaktım.Bu andan itibaren her türlü sıkıntıya katlanmaya karar verdim.
    Uzun lafın kısası ...Tam yedi sene sonra Cabülsa şehrine vardık.Bu altından yapılmıştı.Bütün ahali bizi karşılamaya geldi.Herkes:
    -''Maşallah ,maşallah ,maşallah!İşte tek gözlü kalmaya razı olmayanlar,tek ayakla yürüyemeyenler,tek kolla kalmak istemeyenler !''diyordu.
    Cabülsa'ya gelişimizden ötürü şehirde büyük bir şenlik başladı.Kırk gün,kırk gece devam etti.Sonunda ak sakallı bir ihtiyarın refakatinde
    İrfan Cenneti'ne gittik.Burası,dünyanın en uç noktasında bulunan Cabülsa'nın bir fersah ötesindeydi.
    İrfan Cennetini tarif etmek mümkün değil.Fakat her hayalin üstünde olan bir gözlemimi söylemek zorundayım.
    İrfan Cenneti'nin batısında bir deniz vardı.Bu deniz bir bahçenin kenarından itibaren başlıyordu.Fakat yüzeyi bahçenin yüzeyiyle aynı seviyede
    olmayıp sonsuz bir yüksekliğe sahipti ve ucu bucağı görünmüyordu.Öyle ki,denizden bu bahçeye bir damla su bile akmıyordu.Sanki bahçenin havası ile
    deniz arasında görünmeyen ama sağlam bir set vardı.Durgun,sessiz ve başı sonu belirsiz olan bu denizin manzarası insanın tüylerini ürpertiyordu.
    İrfan Cenneti'nde nice günler zevk u sefa sürdükten sonra bir gün,Tecelli Şelalesi'ni görmeye gittik.Şimdi burada söyleyeceğim şeyi ne akıl kabul eder,ne de hayal!

    Akıl ve düşünceyi dumura uğratan bu olağanüstü manzara karşısında ben ve arkadaşlarım şaşırıp kaldık.Aklım biraz başıma geldiğinde bağırarak:
    -''Ya Rabbi!Bu ne hal! Bu uçsuz bucaksız deniz,bir fındık kabuğunun içine sığıyor ve onu doldurmuyor .Bu nasıl iş Allah'ım ''dedim.


    Rehberimiz beni işitmişti.Dedi ki:
    -''İşte gördüğünüz bu Azamet Denizi,Kibriya Girdabı'nda ufak bir dere gibi kaybolup gidiyor...Ezelden beri,bu sonsuz denizin suyu,Kibriya Girdabı'na akıyor.''

    Bu büyüleyici sırrın etkisiyle hepimiz kendimizden geçmiştik.Rehberimiz tekrar dedi ki:
    -Şimdiye kadar insanı mecalsiz bırakan hiç işitilmemiş bir gürültü duyacaksınız.Bu,Tecelli Şelalesi'nin
    gürültüsüdür.Korkmayın!
    Bir süre sonra büyük bir gürültü duyarak hepimiz ölüler gibi hareketsiz yere serildik.Biraz sonra kendimize
    geldik.Bir de ne görelim?Gözlerimiz,ellerimiz ve ayaklarımız ikişer tane olmuş.Artık sevincimizden birbirimizi
    kucaklıyorduk.
    Tam bu sırada uyandım.Aynalı bir yandan neyi üflüyor,bir yandan da okuyordu:


    Hep ikilik birlik için.
    Bak,iki göz bir görüyor!
    Birlik ise dirlik için
    Bak ,iki göz bir görüyor!

    Ruh u cesed,arş u felek
    İns ü peri,cinn ü melek
    Birlik için hep bu emek
    Bak,iki göz bir görüyor!

    Şirkten eyle hazer
    Vaktini boş etme güzer
    Aleme bir eyle nazar
    Bak,iki göz bir görüyor!

    Sende seni,sende seni
    Bil ki budur ''Allemeni''
    Birleye gör can u teni
    Bak,iki göz bir görüyor!


    İkilik hep birlik içindir.Bak ,iki göz bir görüyor!
    Birlik ise dirlik içindir.Bak,iki göz bir görüyor!
    Ruh,ceset ,arş,felek,insan,peri,cin,melek...
    Bütün bunlar birlik içindir.Bak,iki göz bir görüyor.
    Allah'a ortak koşmaktan sakın.Vaktini boşu boşuna geçirme.
    Aleme şöyle bir bak.Bak,iki göz bir görüyor!
    Sen kendini kendinde bil.''Bana öğretti'' sözünün anlamı işte budur!

    Ruh ve bedeni bir olarak gör .
    Bak ,iki göz bir görüyor!

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


  8. #8
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart Sekizinci Gün:Ebedi Muamma

    Gözümü yumduğum zaman kendimi bir dershanede ,büyük bir muallimin karşısında buldum.İçeride birkaç yüz kadar talebe
    vardı.Bir aralık elimi başıma götürdüm.O da ne?Başımda kuyruk gibi bir saç durmuyor mu?Anladım ki ben, bir Çinliyim.
    Daha başka şeyleri de hatırladım...
    Ben Nankin şehri halkından ,ilim ve Hikmet peşinde koşan bir gençtim.Ülkem olan Çin'i baştan başa dolaşmama rağmen müşküllerimi çözemediğim için yolculuğumu,inceleme ve araştırmalarımı Hidistan'a kadar genişletmiştim.

    Hindistan'da pek çok tanınmış alime başvurup müşküllerimi halletmeye çalıştım.Fakat hiçbiri sadra şifa olacak bir cevap veremiyordu.Nihayet Brahmanlar içinde parmakla gösterilen ,dünyadan elini eteğini çekmiş faziletli bir alimi tavsiye ettiler.

    Hindistan'da kaplan,yılan ve bin türlü zehirli otlarla dolu olan ormanlardan birinin ortasında bir mabette yaşayan
    bu Brahman'ı buldum.İşte şimdi onun ilk dersinde bulunuyordum.
    Brahman ,uzun bir süre suskun kaldıktan sonra ,mezardan gelen iniltiye benzer bir sesle bana bakarak konuşmaya başladı:
    -''Ey Çinli talebe!Çözemediğin nedir?Ne arıyorsun?''
    -''Ebedi Muamma'yı!''
    Talebeler şaşkınlıkla birbirlerinin yüzüne baktılar.Anlaşılan,hepsinin isteği bu imiş.
    Brahman tekrar söze başladı:
    -''Hangisini?''
    -''Hangisini mi?''
    -''Öyle ya,hangisini?''
    -''Ruhun hakikatini!''
    Brahman sustu.Cenaze yüzü gibi renksiz ve hareketsiz çehresi büsbütün donuklaştı.Biraz sonra bana dedi ki:
    -''Ruhu yaşayanlar bilemez.Ölmeye hazır mısın?''
    -''Evet!''
    -''Yanıma gel!''

    Brahmanın yanına gittim.Kulağıma şu sözleri söyledi:
    -''Elinden geldiği kadar nefsini tutacak,sürekli'om','Om','om' diye zikredeceksin.Haydi ,seni halvethanene götürsünler.''
    Brahmanın emri üzerine beni alıp halvete götürdüler.Burası ancak bir kişi sığacak kadar dar ve karanlık bir odaydı.
    Orada akşama kadar om,om,om diyerek zikrettim.İçimde ,tarifi imkansız bir sıkıntı vardı.Karnım da çok acıkmıştı.
    Halvethanenin kapısı kapalıydı.Dışarı çıkmak ümidiyle birkaç kere kapıya vurduysam da aldıran olmadı.
    Nihayet uzun bir süre sonra bir hizmetçi geldi.Beni beş dakika dışarıda bekletti.Bir avuç kavrulmuş mısır ve bir fincan
    su verdikten sonra :
    -''Bunlar nefsi azgınlaştıracak şeyler ise de riyazete alışkın olmadığından birkaç gün bu şekilde verilecek.''dedi.
    Yedi sene bu tuhaf hapishanede kaldım.Bir avuç mısır,bir süre sonra iki günde bir,daha sonraları üç günde bir
    verilmeye başlandı.Beş sene sonra haftada sadece bir avuç mısırla yetinmeye ve on beş,yirmi günde bir kere de su içmeye
    başladım.Yedi sene bittikten sonra halvetten çıkarılarak Brahman'ın huzuruna getirildim.Yüzlerce Brahman ve binlerce talebe toplanmıştı.
    Ben ,tarifi ve anlatılması zor bir hal içinde bulunuyordum.Öncelikle,aldığım hava bana yetmiyormuş gibi geliyordu.

    Ayrıca,yürürken de kendimi uçuyormuşum gibi hissediyordum.İyice dikkat etmezsem eşyayı hayal meyal görüyordum.
    Farklı renkleri seçemiyordum.

    Başka bir tuhaflık daha hissediyordum.Bir şeye dikkatlice baktığım zaman ,bakışım devam ederse ,o şey yavaş yavaş yok oluyordu.Kendimi bir cisim ve madde olarak hissetmiyor,sadece kuvvetten ibaretmişim sanıyordum.Her kime baksam,içinden geçenleri sanki görüyor,okuyordum.
    Brahman'ın huzuruna girince elini öpmek üzere yanına gittim.Elini alıp öptüm.Bu kadar sıradan bir davranışın meydana getirdiği şamata ,gerçekten şaşkınlık uyandırıcıydı.Herkes:
    -''OM,OM,OM !Brahma,Brahma!''
    diye bağırıyordu.Etrafıma baktığım zaman bu alkış ve yaygaraların sebebini anladım.
    Brahman ile ben tavan ile yer arasında havada,boşlukta duruyorduk.
    Brahman elimden tuttu.Havada yürüyerek duvara kadar geldik.Duvar bize engel olmadı,öteye geçtik.Duvar yarıldı da mı geçtik,
    yoksa yoğunluğunu kaybetti de öyle mi?Bilmiyorum.Odaya girdiğimizde Brahman sordu:
    -''Şimdi ebedi Muamma'yı çözdün sanırım.Ruhun ne olduğunu anladın ,değil mi?''
    -''Hayır!Ruhun ne olduğunu hala bilemiyorum.''
    -''Ulu Brahma !Kendinin ruh olduğunu hala anlamadın mı?''
    -''Ben!...Ben mi ruhum?''
    -''Ulu Brahma!Havalarda uçup duvarlardan geçtiğin halde ,hala ruh olmadığından şüphe mi ediyorsun?''
    -''Şüphe mi?Şüphem yok.Ruh olmadığımdan eminim.Ben bir cesedim.Yarın bu ceset dağılacak ve benliğim bir hiç olacak,
    yani ben diye bir şey olmayacak.''
    Brahman korkunç bir çığlık attı ve birkaç defa :
    -''Ulu Brahma,Ulu Brahma !''
    dedikten sonra yere düştü,öldü.Ben telaş içinde Brahman'ın cesedinin üzerine kapandım.Vücudu buz gibi soğuk,kalbi
    hareketsizdi.Buna rağmen gözlerini açtı...

    İşitilmeyecek kadar ince bir sesle :
    -''Ruhu anladın mı?'' dedi ve ardından gözlerini kapadı.
    Ben henüz :
    -''Hayır!bile diyememiştim ki insanın yüreğini ağzına getiren bir kahkaha duyuldu.Başımı kaldırdım.Bir de ne göreyim?
    Önümde yatan Brahman'ın,tavan ile yer arasında duran bir ikincisi daha !Bana:
    -''Ruhu anladın mı?''diye sordu.
    Cevap vermeye vakit kalmadan kapı açıldı.Birisi içeri girerek :
    -''Sizi çağırıyorlar''dedi.
    Onu takip ettim.Uğradığımız ilk odaya girdiğimde ,büyük bir şaşkınlıkla Brahman'ı makamında oturuyor gördüm.
    Beni yanına çağırdı.Aramızda yeni bir konuşma daha geçti.
    Dedi ki:
    -''Ruhu hala anlamadın mı?''
    -''Hayır! Şayet lufedip anlatırsanız...''
    -''Anlatmak!...Anlatmak mı?Görmedin mi?''
    -''Evet ,gördüm.Fakat bir şey anlamadım...Bir şeyi anlamak için görmek yetmiyor.''
    -''Ya?''
    -''Olmak lazım!''
    -''Ah!..Ah!..Olmak ,olmak!İşte bu mümkün değil!''
    -Niçin ?
    -''Çünkü olmak için ,önce olmamak gerekir...
    Benim ilmim buraya kadardır.Sen bu kadarıyla yetinmedin.Şimdi yapacak bir iş kaldı...
    Ebedi hayatını feda edecek gücün var mı?''
    -''Ebedi hayatımı feda ettiğim takdirde ruhu bilmek bana ne kazandıracak?''
    -''Hiç!Madem ki hiç olacaksın,elbette bir kazancın olamaz.''
    -''Ebedi hayatta bize ne vaad edilmiştir?''
    -''Brahma ,sevenlerine sonsuz bir mutluluk vaad ediyor.''
    -''Peki,bu ebedi hayatta ,bendeki şu ruhu bilme endişesi devamlı kalack mı?''
    -''Şüphesiz öyle ''Bütün varlığınla orada olacaksın.''
    -''Öyleyse bu dehşetli ebedi hayatı feda ediyorum.Ya Rabbi !
    Beni bir an bile rahat bırakmayan bu endişeyle sonsuza dek yaşamak istemem,istemem!''
    -''Öyleyse gel!''
    Brahman beni elimden tutup bir odaya götürdü.Çekmecelerin birinden bir tomar çıkardı.Bunda yedi kişinin adı yazılıydı.
    Bana dedi ki:
    -''Yedi senedir ,marifet bilgisine ulaşmak uğrunda ebedi hayatını feda eden sadece yedi kişi gelmiş!
    Sen sekizinci oluyorsun.İsmini buraya kaydet!''
    İsmimi tomara kaydettim.Brahman tekrar dedi ki:
    -''Nur Dağı'na git!Müşkülün orada çözülür!''

    Bunun üzerine Nur Dağı'na doğru yola çıktım.Bazen yürüyerek bazen de havada uçarak dağa vardım.Dağın takibine başladığım vadisinde ,bu fani dünyaya daha yeni
    doğmuş bir bebek yolun ortasında yatıyordu.Bu zavallı yavruyu orada kimin bıraktığını düşünerek annesi ve akrabasından
    birisini görmek ümidiyle etrafıma baka baka çocuğa doğru yürüdüm.Yanına yaklaştığım sırada çocuk bana:
    -''Hoşgeldin ,ey marifet yolcusu !Hoşgeldin,ey kalbi endişeli kimse!'' dedi.

    Ben yeni doğmuş bu çocuğun konuşmasına şaşırmakla birlikte cevaben dedim ki:
    -''Bu yaşta ,yani henüz yani henüz yaşına bile girmeden konuşuyorsun,öyle mi?Ne tuhaf çocukmuşsun sen!''
    -''Sadece konuşmakla kalmam .Pek de gevezeyimdir.Hatta sormadığın halde şimdi sana adını da söyleyeceğim.Bana Marifet
    derler.''
    -''Ben Ebedi Muamma'yı çözmek ümidini taşıyordum.''
    -''Bunun için de ebedi hayatını feda etmiştin.Sebebi ise ruh endişesinden kurtulmaktı!''

    -''Evet,bu endişe...''
    -''Zavallı deli!Bu endişe bütün kainat ve bütün mevcudatın devamlı endişesidir.Bu endişeden hiçbir fert ve hiçbir zerre
    kurtulamaz.Çünkü bu endişeden kurtulmak için gerekli şartları kimse yerine getiremez.''
    -''Neymiş bu şart?Ben bunu öğrenmek için ebedi hayatımı feda ettim.Sanırım,bundan daha ağır bir şart olamaz.!''
    -''Öyle mi sanıyorsun? Bana kalırsa,ruhu bilmek için bu şart yeterli olsaydı ,pek çok kimse ruhu bilebilirdi.Fakat
    özel şartını ...''
    -''Nedir bu özel şart?''

    -''YOKLUK İLE VARLIĞIN TEK BİR ŞEY OLDUĞUNU İSPAT ETMEK!.''

    İmkansız olan bu özel şartı duyunca derinden bir ah çektim...
    Gözlerimi açtığımda Aynalı'nın güleç ve sevimli yüzünü gördüm.Ona:
    -''Yokluk ile varlığın tek bir şey olduğunu kim ispat edebilir?Bunu söylemek bile deliliktir.Bunu kim ispat edebilir.?''
    -''Kim mi?dedi Aynalı Baba.

    ''BİLMEK İLE BİLMEMEYİ BİR TUTAN DELİLER.''

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


  9. #9
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart Dokuzuncu Gün:Ulular Meclisi

    Yolları ne var ise hep sana aşık
    Her birisi bir yol ile gülzara gelirler.




    (Şu dünyada yaratılmış olan varlıkların yolları ayrı da olsa hep sana aşıktırlar.
    Her biri eninde sonunda bir şekilde gül bahçesine gelirler.)


    Bugün Aynalı'nın tavrında durgunluk,bakışlarında biraz hüzün vardı.Uzun süre sessiz kalıp düşüncelere daldık.
    Ben seyrettiğim gariplikleri düşünüyor,insanlar arasında ortaya çıkan fikirlerin bu kadar birbirine ters ve çok oluşuna şaşırıyordum.Aynalı'nın sözleri ,beni daldığım düşüncelerden ayırdı:

    -''Ben sadece ney değil,saz da çalmasını bilirim.Aslında bütün çalgıları çalmasını da bilirim ya !Hele bugün sana
    biraz saz çalayım.''

    Kulübesine girip bir saz çıkardı.Kalenderce bir taksimden sonra okumaya başladı:


    Zahid bize ta'n eyleme
    Hak ismi okur dilimiz
    Sakın,efsane söyleme!
    Hazrete gider yolumuz

    Erenlerin çokdur yolu
    Cümlesine dedik beli
    Ko desinler bize deli
    Usludan yeğdir delimiz!

    Muhyi ,sana ola himmet
    Aşık isen can ne minnet
    ...
    Kisvemizdedir dalimiz!




    Ey Zahid ,sakın bizi ayıplamaya çalışma!
    Bizim dilimiz daima Allah'ı zikreder.
    Bize hikaye anlatma,
    Bizim yolumuz Hazreti Peygamber'e çıkar.
    Erenlerin yolu çoktur.
    Biz onların cümlesine ''evet''dedik.
    Evet dediğimiz için bırak,bize deli desinler.
    Biz delimizi akıllılara tercih ederiz.

    Ey Muhyi,sana himmet olsun!
    Aşıksan cana ne minnet!
    Bizim alametimiz ,
    Üzerimize giydiğimiz elbiselerdedir.

    Dalmışım...Gayet büyük bir sarayın içinde,çok küçük bir pencerenin önündeydim.Bu pencereden,içine binlerce kişi alabilecek büyüklükte bir oda görüyordum.Odanın çevresi,benim pencerem gibi küçük küçük pencerelerle doluydu.

    Her birinde bir kişi oturmuş,odayı seyrediyordu.Odanın içerisinde ,zümrüt ve yakuttan yapılmış kürsüler üzerinde başları taçlı,çoğunun yüzleri örtülü ,heybetli ve ağırbaşlı kimseler oturuyordu.

    Kürsülerden bir bölümü mücevherden yapılmış ve daha yüksek bir yerde bulunuyordu.Bunların ortasında ve hepsinden yüksek olanı boş duruyordu.
    Bu kürsülerde oturan kimselerden birisi ayağa kalkarak:

    -''Beşeriyet gelmiş!Bize bir soru soracakmış!Uygun görüyorsanız gelsin !''dedi.
    Orada bulunanlar ''uygundur'' cevabını verdiler.İlk konuşan kimsenin emri üzerine Beşeriyet'i odaya aldılar.

    Beşeriyet adındaki bu adam yoksul ve sakat bir zavallıydı.Giydiği eski püskü kıyafeti ve solgun çehresi ,meclisin durumuyla büyük bir tezat meydana getiriyordu.

    Şöyle dedi:
    -''Ey Beşeriyet!Otur,rahat et ve sorunu sor!''

    Beşeriyet oturmaksızın şöyle dedi:

    -''Oturmak,rahat etmek mi?Yazıklar olsun !
    Acaba yüz binlerce senedir oturup rahat edecek bir vakit buldum mu?Bir taraftan geçim derdi ve ihtiyaçlar,bir taraftan yakalandığım bin bir türlü hastalıklar rahat etmek için vakit mi bırakıyor?Bu kadar sefil olmama rağmen ,yine de intihar etme gücünü kendimde bulamıyorum.Ben çok alçak biriyim,çok,çok..''

    Beşeriyet hıçkırıklarla ağlıyordu.Onun bu halinden son derece etkilenen meclisi hazin bir sessizlik kaplamıştı.

    Bütün üyeler zavallı Beşeriyet'in ümitsizlik ve acısını hissediyormuş gibi görünüyordu.
    Başkan vekili dedi ki:

    -''Mesele gerçekten çok büyük!Bunun çözümlenebilmesi başkanımızın gelmesine bağlı!''

    Beşeriyet:

    -''Hiç olmazsa bu kadar sefalete niçin katlandığımı ,neden intihar etmediğimi anlasam!''

    Meclistekilerden biri ayağa kalktı ve:
    -''Bana izin verirseniz ,şu zavallıyı teselli etmek istiyorum'' dedi.Meclisin''uygundur'' demesiyle bu kimse şunları
    söyledi:


    Ya Rab!Hayatta nedir bu lezzet?
    Hayat rabt eden bu garib kuvvet!
    Hayay ki bi-beka ,pür-derd ü keder
    Yine emel o,nedir bu hikmet?

    Bir an bırakmaz insanı rahat
    Bin türlü alam,derd-i maişet
    Çocukluğunda ağlar beşikte
    Feryadla geçer o vakt-i ismet

    Civanlığında bin türlü amal
    Şeyhühatinde bin türlü mihnet
    Vakt-i ecelde mazi bir an
    Bir an için mi bunca sefalet?


    Hatifi bir ses verdi cevabı
    Dedi: Hayatta bu zevk u kıymet
    Akiller için seyr-i bedayi
    Cahiller için yemekle şehvet.


    Ey Allahım!
    Hayattaki bu lezzet ve insanı bağlayan bu tuhaf kuvvet nedir?
    O hayat ki sonu yok ve hep dert ve kederle dolu.
    İnsanın arzu ve hevesi bitmiyor.
    Bunun hikmeti nedir?
    Dünyanın bin bir türlü elem ve sıkıntısı ,geçim derdi,insanı bir an olsun bile rahat bırakmaz.
    İnsanoğlu çocukluğunda dahi beşikte ağlar,o günahsız vakitlerini feryat ederek geçirir.
    İnsanın gençliğinde bin bir türlü isteği ,ihtiyarlığında bin bir türlü sıkıntısı vardır.
    Ecel vakti geldiği zaman geçmiş zaman kısa bir''an'' dır.
    Bütün bu çekilen sıkıntı ve sefalet bu kısa''an'' için mi?

    Bütün bu sorularıma gizli bir ses şöyle cevap verdi:


    ''Yaşanılan hayatta bu zevk ve kıymet ,akıllı kimseler için güzellikleri seyretmek ve cahiller içinse yemek ve şehvetten ibarettir.


    Beşeriyet derinden bir ah çekerek :

    -‘’Doğru ,doğru!..Lütfen bana söyleyiniz ,merhamet ediniz.Madem ki hayattan iğreniyorum ,fakat niçin onsuz yapamıyorum?Öyleyse lütfen bana saadetin ne olduğunu söyler misiniz?’’dedi.

    Tam bu sırada başkan geldi.Meseleyi anladıktan sonra oradakilere:

    -‘’Buyrun efendim ;şu zavallının müşkülünü gideriniz!’’ dedi.

    Oradakilerin bazıları şunları söylediler:
    Hz.İbrahim:

    -‘’Saadet çalışmak ,kazanmak ve kazanılanı başkalarıyla paylaşmaktır.’’

    Hz.Musa:

    -‘’Saadet,nefsini Firavun gibi ihtiraslardan kurtarmaktır.’’

    Hz.Adem:

    -‘’ Saadet,şeytana uymamak ve Havva’yı aldatmamaktır.’’

    Konfiçyüs:

    -‘’Bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktır.’’

    Platon:

    -‘’Daima yüce şeyleri düşünmektir.’’

    Aristo:

    -‘’Mantık! İşte saadet!’’

    Zerdüşt :

    -‘’Saadet,karanlıkta kalmamaktır.’’

    Brahma:

    -‘’Saadet mi?Herkesin zannettiği şeyin tersidir.’’

    Hz.İsa:

    -‘’Saadet,geçmişi unutmak ,içinde bulunulan zamanı iyi değerlendirmek,geleceği düşünmemekle mümkündür.’’

    Lokman Hekim:
    -‘’İnsanlar bu kelimeyi bütün dertlerini bir sözle ifade etmek için icat etmişlerdir.’’
    Hızır Aleyhisselam:

    -‘’Saadet,ihtiras ve arzuların giremediği gönüllerde aniden görülen bir hayalettir.’’

    Bu sözler üzerine Buddha öfkeyle ayaa kalkıp :

    -‘’Ey Beşeriyet! Saadet ,yok olmanın güzel isimlerindendir.Nirvana!Ey Beşeriyet!Nirvana!’’ dedi.

    Beşeriyet yorgun bir halde yere düşüp kendi kendine :
    -‘’Of!Hangisi?Hangisi?...’’diye mırıldandı.

    Bunun üzerine başkan ayağa kalktı ve dedi ki:

    -''Ey Beşeriyet! Saadet,hayatı olduğu gibi kabul ettikten sonra,insana yüklenen yüklere rıza gösterip bunun daha iyi olması için çalışmaktır.''
    Beşeriyet ayağa kalkarak :

    -‘’Ey Fahr-ı Alem efendimiz!Beşeriyet’in dertlerini anlayan ve ilacını bulan yalnız sizsiniz!’’ dedi.

    Gözlerimi açtığımda beyhude yere gözlerim Aynalı’yı aradı.Gözüm yanımda duran bir kağıt parçasına ilişti.Üzerinde şunlar yazılıydı:

    -‘’Elveda! Kim bilir belki bir gün yine görüşürüz.’’

    Mezarlıkta akşama kadar hazin hazin ağladım.


    Güneş yanar,alem döner
    Bir gün gelir hepsi söner
    Ey sahib-i ilm ü hüner!
    Bilir misin sebebi kim?

    Her zerre ferd yokdur eşi
    Aceb bunlar kimin işi?
    Ey kendini bilmez kişi!
    Bilir misin sebebi kim?

    Ne gelen var ,ne giden var
    Ne solan var ,ne biten var
    Bilir misin sebebi kim?

    Hakdır desen manası ne?
    Sebeb midir,bir kelime?
    Soruyorum sana yine
    Bilir misin sebebi kim?

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


  10. #10
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    fσяυм ρяєηѕєѕ

    Standart

    ‘ ‘İnsanın bilmesi gereken tek şey,bir şey bilmediğini itiraf edip kabul etmesidir.’’



    Aynalı ile bir hayli zaman görüşmemiştim.İlk fırsatta Namazgah Mezarlığı’ndaki kulübesine gittim.İlk sözü:

    -‘’Evlat nerelerdeydin?Gözlerimizi yollarda bıraktın!’’oldu..Ben:
    -‘’Dünya hali işte !Bazen böyle oluyor!Yoksa sizden uzakta olmak benim için dayanılamayacak bir şey! dedim.

    Biraz oradan,biraz buradan konuştuktan sonra:

    -‘’Ee,erenler!Artık birer kahve içsek …’’diyerek her zamanki gibi cezveyi ispirto ocağına koydu.Bol şekerli kahvelerimizi içmeye başladık.

    Dalmışım…
    Bir süre sonra kendimi karıncalar arasında ve binlerce yolu bulunan bir karınca yuvasında,karınca şeklinde gördüm.
    Çevremi şaşkınlıkla incelemeye başladım.

    Karıncalar da çeşitli sosyal sınıflara ayrılmış insanlar gibi bazı kısımlara ayrılmıştı.Ancak onlar arasındaki sınıf farklılığı ,insnlar arasındaki sınıf farklılığına hiç benzemiyordu.Aristokrasi ve demokrasi sınıfları,yani yönetenler ile yönetilenler arasında herhangi bir mevki farkı yoktu.İyi ve kötü gibi frklılaşma sözkonusu değildi.

    Yuvada tahminen en az birkaç yüz bin karınca vardı.İşin garibi,
    Bunlar maddi ve manevi her türlü ihtiyaçlarını rahatça karşılayıp anlatabilecek mükemmel bir konuşma yeteneğine sahiptiler.Yuvamızda oldukça güzel okullar ,zahire ambarları,yatakhaneler ,hapishaneler,dinlenme ve yemek salonları,toplantı yerleri vardı.Kısacası,gelişmiş bir sosyal hayat için gerekli olan gösterişli ve modern evler ,şehirler,her şey vardı.
    Daha da tuhaf olan şurasıydı:
    Karıncalar insanlara oranla çok ilerideydiler.
    ...
    (s.129-130)



    Öncelikle ilk göze çarpan şey,onlardaki işbölümü ve çalışma düzeninin insanlara göre daha ileri bir düzeyde olmasıydı.İktisat ve ekonomi alanında da kıyası mümkün olmayacak bir farkla öndeydiler.Diğer yandan karıncaların insanlardan kat kat üstün oldukları diğer bir özellikleri de eğitimdi.Karıncalar eğitim sahasında insanları çok geride bırakmışlardı.
    Adaletin uygulanması hususunda da tereddütsüz aynı şeyleri söylemek mümkündür.Karınca yuvalarında okul olarak ayrılan yerler,yuvanın en güzel ve geniş yerlerinde bulunuyordu.
    Hapishaneler ise sağlık şartlarına uygun olmakla birlikte çok küçüktü.Çünkü hapis cezasına çarptırılanlar hemen hemen yok denecek kadar azdı.

    Bir karınca için en önemli özellik,vazife duygusudur.Bu duygu karıncalarda ,her duygdan önce geliyordu.
    Şahsi arzu ve ihtiyaçlar uğruna vazife terk edilemeyeceği gibi
    Vazifesind tembellik eden karınca da hiç bulunmazdı.

    Ben karınca beylerden birisinin oğluydum.Eğitim ve öğretimim için işçi sınıfından babam tarafından yedi tanınmış alim istişareyle seçilmişti.Bu yedi alim sadece bizim yuvamız halkı arasında değil ,bununla birlikte komşu yuvalar halkı arasında da ilim ve faziletleriyle bilinen kimselerdi.Artık hayatlarının son zamanlarını yaşamakta olan bu ihtiyarlar beni,toplumumuza faydalı bir genç olarak yetiştirmek arzusundaydılar.
    Onlar aynı zamanda kendilerinden sonra gelecek hayırlı bir öğrenci yetiştirmek emelini de taşıyorlar,bunun için çalışıyorlardı.
    İyi bir eğitim ve öğretim programıyla bana kısa zamanda karıncalar için gerekli ilim ve fenlerin hemen hemen tamamını öğretmişlerdi.Şimdilerde sık sık yolculuk yapıyor,okuyup bildiklerimi pratik olaraka hayata uygulamaya çalışıyordum.

    Bir gün uykudan uyanmıştım.Hizmetçilerim ,sofraya semiz bir karafatma budu ile yarım buğdaydan oluşan sabah kahvaltısını getirdiler.Henüz yemeğimi bitirmemiştim ki ,yedi hocadan birisi yanıma gelip şöyle konuşmaya başladı:

    -‘’Ey şehzadem! Yılın ilk yarısında şehrimizin kuzeyinde bulunan sert ve çorak arazide ne kadar tuhaf tabiat olayları yaşandığı malumunuz.Bir lise öğrencisine bu sene teknik araştırmalar yaptırmıştık.Araştırmalar sonucunda aldığımız son raporlarda ,şimdiye kadar bilginlerimiz arasında anlaşmazlığa sebep olan hava olayının yeniden başladığı ve her gün düzenli bir şekilde tekrarlandığı bildiriliyor.
    Sizin de bilginiz vardır;günün bir bölümünde Güneş bütün gücüyle Dünya’yı ısıtırken ,birdenbie gökyüzünü kalın ve yoğun bulutlar kaplıyor.Bu bulutlar değişik zamanlarda tekrar yok oluyor.Acaba bu hava olayının sebebi nedir?
    Sizin de bildiğiniz üzere bu gibi tabiat olayları akıl ve mantıkla bilinip bulunamaz.Mutlak surette deney ve gözleme muhtaçtır.Uzun yıllardır ,birçok alanda sayısız deney ve araştırma yapıldığını bilirsiniz.

    Geçmişteki birçok bilinmeyen ,bugün çözümlenmiş durumda .Öyle ki ,bu sonuçlara yüzde seksen-doksan gerçek gözüyle bakıyoruz.Fakat bu acayip hava olayını hala doğru bir şekilde çözen olmadı.Hoclarımızdan birisi bu konuda yaptığı derin incelemelerini içine alan bir konferans verecek.Münasip görürseniz buyurunuz gidelim.Konferans arazi üzerinde verilecektir.Bütün lise ve üniversite öğrencileri de burada hazır olacaklardır.’’
    ...

    (Devamı Var)

    Sözü akıl ile söyle,bilgi ile süsle...


Sistem Bilgileri

Bu sistem vBulletin® alt yapısına sahiptir!
Telif hakları, Jelsoft Enterprises Ltd'e aittir. Copyright © 2024

Uyarı

5651 Sayılı Kanun'un 4.cü maddesine göre üyeler yaptıkları paylaşımlardan sorumludur. Yer sağlayıcı olarak hizmet veren sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal Şikayetler ile ilgili iletişime geçilmesi halinde size dönüş yapacaktır.

gaziantep escort bayan gaziantep escort deneme bonusu veren siteler bahissitelerivip.com deneme bonusu deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler mjsanaokulu.com Maltepe Escort deneme bonusu deneme bonusu veren siteler maltepe escort kartal escort ataşehir escort pendik escort ankara escort sincan escort eryaman escort bayan ankara escort ankara escort bayan escort ankara ankara escort eryaman escort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort eryaman escort adana escort eryaman escort yetişkin sohbet kameralı sohbet aresbet casino siteleri Grandpashabet moldebet efesbet efesbet giriş getirbet efesbet deneme bonusu deneme bonusu veren siteler 2021 grandpashabet bahis siteleri bahis siteleri bonus veren siteler bahis siteleri canlı casino siteleri deneme bonusu En güvenilir bahis siteleri ankara olgun escort mimarsinanokullari.com