Yüzyılın başında “İzafiyet Teorisi”nin ortaya atılmasıyla birlikte, Galile ile başlayan ve 19. asırda zirvesine çıkan mekanik fizik ve mutlak sebep-sonuç kanunlarına dayalı materyalist bilim anlayışı, bizzat bilimden en büyük darbeyi yiyordu. Bundan sonradır ki Goethe'nin: “Bir şeyin arkasında koşan insanlar, uğraştıkça yanılgıya düşerler.” sözü, bizzat bilim adamlarının, örneğin, T. G. Masaryk'in “Teoriler, bilim vücudunun organlarını bir süre besledikten sonra kuruyup düşen yapraklara benzerler" itirafıyla adeta doğrulanıyor ve bilimde kalıcı ve devamlı bir başarının ne kadar güç olduğu ortaya çıkıyordu.

Bilim adamları, dini asırlardır "dogmalar mecmuası", dindarları da dogmatistler olarak suçlaya gelmişler; fakat kendi dogmalarına temelden bağlı en büyük dogmatistler olduklarını, ancak mekanik fiziğin yıkılmasıyla fark etmişlerdir. Bernard Russel: “Newton kanunu o kadar uzun zaman hâkim oldu, o kadar çok şeyleri açıkladı ki bu kanunun bir gün düzeltilmesine ihtiyaç duyulacağına kimse inanmıyordu; fakat sonunda bir düzeltmenin gerekliliği ortaya çıktı. Kimse şüphe etmesin ki bu düzeltmeler de bir gün düzeltilecektir” derken, esasen bilimin, adeta sürekli deneme yanılmalarla yol alacağını ifade ediyordu.Buna rağmen, mekanik fiziğin yerine oturan Einstein'in “İzafiyet Fiziği” de çoğu çevrelerde sanki mutlak doğruymuş muamelesi görmekte, onun da düzeltilmeğe muhtaç olduğu gerçeği gözden uzak tutulmaktadır. Hâlbuki o da çok büyük ihtimalle yerini bir süre sonra yeni bir teoriye bırakacak ve ister istemez hazanını yaşayacaktır.

Mekanik fizik ile izafiyet fiziği arasındaki tenakuz, esasen beşerin asırlardır yaşadığı maddecilik-ruhçuluk, rasyonalizm-idealizm çatışmalarının bir yansıması veya bilimdeki dev******* başka bir şey değildir. Sanki, mutlaka iki uçtan birine varmak ve daima ‘ifrat-tefrit' sınırlarında dolaşmak gerekiyormuş gibi, insanlık, bu ikilemi hep yaşaya gelmiş ve daha da yaşayacağa benzemektedir. Halbuki, bütün bu uçların her birinde hakikatin payı olduğu gibi, hakikatten kendinde pay taşıyan da yalnızca bu uçlar değildir. Meseleyi bir çember veya bir doğru üzerinde müşahhaslaştıracak olursak, hakikat doğrunun ortasında veya çemberin merkezinde olup, çemberin çevresindeki veya doğrunun üzerindeki sonsuz noktaya şua şua yansır. Bu sebeple, her bir nokta hakikatin bir şuasını kendinde barındırır ve dolayısıyla her noktaya hakikat gözüyle bakılabilir. Şu kadar ki -ve meselenin can alıcı hususiyeti burada yatmaktadır- merkezdeki hakikat değişmez ve mutlak hakikat olmasına karşılık, her bir nokta izafi bir hakikatten ibarettir. İzafi hakikatlere rengini veren, alıcının, yani noktanın mahiyeti, kendine has hususiyetleri, zaman ve şartlardır. Bu gerçek, tabii bilimlere hâkim olduğu gibi, içtimai bilimlere, hatta İslâmî ilimler sahasında Tefsir ve Fıkıh gibi ana ilim dallarına da şâmildir.

Burada, “elle tutulup, gözle görülen sabit bir hakikat yok mudur?” sorusu sorulabilir. Evet İslam'da “eşyanın hakikati sabittir” şeklindeki gerçek, külli bir kaidedir. Fakat bu hakikat, eşyanın görünen dış yüzünden ziyade, onun melekûtundadır. O kadar ki bir bakıma eşyanın ruhu mahiyetindeki kanunlarda bile bir istisna vardır ve bu kanunlar külli, yani istisnasız umuma şamil değil, geneldir. İşte bu genellik, yani ‘kaideyi bozan' istisnalar sebebiyledir ki bilim mutlak neticelere varamamakta, artık sebep-netice kanununu tanımamakta ve bu sebeple bilim adamları: “kâinat şu anda T1 halindeyse, biraz sonra aynı halde olacak diye bir netice ileri sürülemez” demektedirler.

Vahdet âlemi olan melekût aleminde tek ve bölünemez olan hakikatin şu madde ve kesret aleminde adeta sayısız izafi hakikatlere kapı açmasını içtimaide ve hatta tefsir, fıkıh gibi İslâmî ilimlerde de görebileceğimizi ifade etmiştik. Mesela, Kur'an-ı Kerim, mutlak olarak salih amelden bahseder, fakat nelerin salih amel olduğunu açıklamaz. Bundandır ki bazı zaman, bazı şartlarda ve bazılarına göre salih olan bir amel, başka şartlarda, başka zaman ve başkaları için salih olmayabilir. Bir idarecinin makamındaki ciddiyeti vakar, fakat evindeki ciddiyeti kibir olur. Bir zayıfın kuvvetliye karşı izzet-i nefsi övülecek bir hasletken, kuvvetlinin zayıfa karşı izzet-i nefsi kötü bir haslettir... Aynı şekilde, bir kimse için günah olan bir amel, bir başkası için sevap olabilir; bundandır ki “ebrarın hasenatı, mukarrabinin seyyiatıdır” denmiştir. Yine, birine bir sevap kazandıran bir amel, bir başkasına bir milyon sevap kazandırabilir. Yine bundandır ki lafzın zahirine ters düşmemek, lafız muhtemel bulunmak ve Arapça'nın kaideleriyle çatışmamak kaydıyla, her ayet hakkında, her müfessirin görüşüne doğru nazarıyla bakılabilir. Ve yine bundandır ki, Kur'an tefsirinde nesh, mutlak-mukayyed, esbab-ı nüzül, amm ve has gibi mevzuların bilinmesi oldukça mühimdir.

Aynı gerçeğin tarihe yansımasının en belirgin misali, adalet-i mutlaka ve adalet-i izafiyedir. İslam'da ve gerçekte aslolan adalet-i mutlakadır ki; ferdin hukukunu cemiyetin hukukuyla eşdeğer görür. Fakat cemiyette öyle bir ihtilal hali olur ki artık ne ferdin ne de cemiyetin hukukunu korumak mümkün olmadığı gibi, insan hayatının esas umdelerini ve İslam'ın temel prensiplerini muhafaza etmek de tehlikeye girer. İşte böyle zamanlarda, ferdin hukukunu cemiyete feda eden adalet-i izafiye, adeta gerekli hale gelir ve uygulanmaması mutlak şer olur. İşte, tarihimizdeki saltanat idareleri ve hatta Osmanlılarda görülen evlat veya kardeş katli, adalet-i izafiyenin gereğidir ve bu izafi adalet, yerine göre mutlak adalet gibi bir değer kazanır.

Görülüyor ki renklerin, şekillerin, hususiyetlerin, zaman ve şartların devrede olduğu kesret dünyasında, izafiyetten kaçmak mümkün değildir ve izafiyet, bu âlemin bir hakikatidir. Bununla birlikte, en azından mutlaka yakın hakikatlere de ihtiyacımız vardır ki, hayatımızı onların üzerine bina edebilelim. Gerçekte ise, kâinatta sebeplerin yaratma adına hiçbir hakiki tesiri yoktur ve her şey Allah'ın elindedir. Bir an sonra ne olacağı belli olmayıp, hayatımızda dünyanın hayatı da esasen içinde bulunduğumuz andan ibarettir. Bu hakikatin şuur halinde yaşanması, iman ve teslimiyet noktasında mutlaka gerekli olmakla birlikte, insana verilmiş olan irade açısından hayatımızda sebeplerin de bir yeri olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla, bu mutlak hakikatin üzerine geçirilmiş sebepler, ülfet hayatı yaşanır hale getirir ve ünsiyet şalı, ve bütün teknik ve bilimler, bu şal üzerine bina edilir. İşte bu noktada Einstein'ın izafiyet fiziğinin yerini mekanik Newton fiziği alır.

İzafiyet, insana aczini de ihtar eden mühim bir vakıadır. Nasıl, kalp ayağıyla marifet-i İlahiye basamaklarında yükselen bir insanın varacağı en son nokta hayret makamı ise ve bu, En Büyük İnsan'ın dilinde: “Seni gereği gibi tanıyamadık ey Ma'ruf" ve “O'nu nasıl göreyim; gördüğüm, bir nurdu” şeklinde ifadesini buluyorsa, aynı şekilde, çözdüm zannettiği bir problemin onlarca yeni probleme kapı açtığını, asırlardır bilim diye dayandığı temellerin birden yıkılıverdiğini ve hakikate ulaştım dediği anda, her şeyin elinden uçup gittiğini gören bilim adamına da: “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” dedirtecek ve kelebeklerin ışığın etrafında pervane olduğu gibi, bilim adamını marifet-i İlahiye'nin nurdan helezonlarında sonu gelmez bir kanat çırpışa sevk edecek bir hususiyettir de.

İzafiyet, mutlak hakikatin ancak Din'de yattığını ve hiç bir zaman insan kaynaklı olmayıp, doğrudan doğruya ‘Vahiy'le bilinebileceğini ve dolayısıyla insanın dine ve kesin dini nasslara mutlaka ihtiyacı bulunduğunu da ortaya koymaktadır.

Evet, en basit bir meselede bile iki insanın anlaşamadığı çok defa görülen bir vakıadır; şu halde, mutlak hakikat, hiçbir zaman insan kaynaklı olamaz ve ancak İlahi olana dayanır. İnsana düşen de, bu hakikati keşfetmek ve ona göre hayatını inanç noktasında tanzim etmektir. Ayrıca izafiyet, vahdetten kesrete geçişi gösteren ve kesretin ötesinde vahdete işaret eden yönüyle de, tevhidin en mühim delillerinden biridir.

İzafiyet, felsefede, eğitim-öğretim metotlarında ve dinlerde ortaya çıkan meslek, meşrep, ekol ve mezhep farklılıklarına izah getirmede de önemli bir ölçüdür. Bütün meşrep, mezhep, ekol ve metotlarda hakikatin bir payı vardır ve bunların hiçbiri bütün bütün yanlış ve batıl olamaz. Mühim olan, bunları ortak payda üzerinde birleştirebilmektir; geçmişe ve musibetlere kader, geleceğe, mesuliyete ve İlahi emirlere irade ve teklif açısından bakıldığında Cebriye ile Mutezile'nin ihtilaf noktalarının telif edilebilmesi gibi.

Aslolan, hakikattir ve hakikat, temelde mutlaktır. Yukarıda verdiğimiz misalde, çemberin merkezinde veya doğrunun ortasında yer alan mutlak hakikatin, alıp yansıtıcı rolü oynayan noktaların hususiyet, renk ve desenine göre meydana getirdiği sayısız izafi hakikatler, mutlak hakikate bağlı kalabildiği ve kendi hudutlarını aşmadığı sürece ihtilaflar olmayacak ve her şey bir denge, bir mizan temelinde cereyan edip; hayat, eşya ve insan gerçek fonksiyonunu icra edebilecektir.