Gelecek Aslında Şimdi Başlıyor.
Dışarıdan bakıldığında, Türkiye hala yerli yerine oturmamış, uzun yıllardır kronik şekilde “kritik” ve “geçiş” dönemleri yaşayan, Avrupa Birliği’ne katılım süreci belirsiz, nereye ait olduğuna dair ulusal kimlik tanımını henüz netleştirmemiş, kendisiyle ve çevresindeki ülkelerle barışık olmayan, genç nüfusuna gelecek umudu ve istikamet duygusu aşılayamamış, kaymaklarını rasyonel olarak kullanamayan, iç (90 milyar dolar) ve dış (110 milyar dolar) borç sarmalına düğümlenmiş, yenilenip dünyaya ayak uydurmak yerine ayak diremeyi esas almış bir ülke görüntüsü veriyor. Bunun ağır maliyetini de on yıllardır tünelin ucunda ışık beklerken gitgide yoksullaşan insanlarına adil olmayan şekilde ödetiyor.
Üretimden, bilgi çağını yakalamaktan çok rant dağıtmaya göre şekillenmiş olan ekonomik yapımızın IMF disiplini altında değişeceği söylemi hala inandırıcı olmaktan uzak. Halkın iradesini yansıtmayan, kaliteyi vitrinine bir türlü çekemeyen, ne idüğü belirsiz “yönetemeyen” bir demokrasi altında akıntıya karşı kürek çekiyoruz. Sivil yönetim, askerlere söz geçirecek ve politikalara yön verecek meşrutiyet ve kapasiteye sahip gözükmüyor.
Devletin adaleti işlemediği için özelleştirilmiş “hukuklar” kök salıyor. Neredeyse övündüğümüz her şey ithal. Her ne kadar iddialı ve ihtiraslı insandan geçilmiyorsa da dünya ölçeğinde kıyaslanabilir politikacı, iş adamı, sanatçı ve bilim adamı eksikliği güçlü şekilde hissediliyor.
Öyle bir tarihi dönemeçteyiz ki ve de öylesine kıymetli bir gayrimenkulun üzerinde yaşıyoruz ki, istesek de istemesek de değişeceğiz. AB bütünleşmesi ve IMF disiplini çerçevesindeki ekonomik dönüşümler siyaset dünyasına da yansıyarak yöneten, kendisini sürekli yenileyen dinamik bir sistemi tetiklemelidir. Şayet iç dinamikler harekete geçip bu değişimi sürükleyemezlerse dış dinamiklerin dayatması ile sistem yenilenmesi er ya da geç gerçekleşecek. Ne yazık ki, küreselleşme rüzgarı ve dünya güçler dengesi hesaplarının zorlayacağı böylesi bir kabuk değişimi kontrolümüzden çıkabilir. Başlama düdüğünü bizim çalmadığımız değişimin kendi ulusal menfaatlerimizi ve önceliklerimizi yansıtmasını da kimse beklememeli.

2023 Türkiye Vizyonu

Madem değişim kaçınılmaz o halde “değişimin ana unsurları, dünya koşullarında yeniden tanımlanacak yerimiz, reformların hangi sırayla gündeme getirileceği, atılacak adımların zamanlaması, yönetimi, toplumun geniş kesimleri ile ortak anlayış noktalarının çıkartılması ve uygulamanın izlenmesi nasıl olmalı?” gibi sorulara vakit geçirmeksizin yanıt aramak zorundayız. Sonbahar rüzgarında bir o yana bir bu yana savrulan yaprak misali kendimize kimlik, rol ve konum aramamak için ayakları yere basan berrak bir stratejik vizyon geliştirmeliyiz. Geleceği tevekkülle beklemek yerine onu tercihlerimiz doğrultusunda şimdiden biçimlendirmeye başlamalıyız.
Çok uzaklarda görünüyorsa da stratejik “Türkiye Vizyonu” için hedef olarak cumhuriyetimizin yüzüncü kuruluş yıldönümüne den düşen 2023 seçilmesi kitlelere istikamet göstermek, motivasyon sağlamak bakımından elzemdir. Böylesi bir vizyon çalışması tarımdan eğitime, yabancı yatırımlardan bilgi ekonomisine, dış politikadan su sorununa, sürdürülebilir kalkınmaya, güvenlik mimarisinden kent planlamasına, AB üyeliğinden alternatif enerji kaynaklarına, kültürel yenilenmeye kadar uzanan geniş bir menzilde değişen dünyanın ve değişemeyen Türkiye’nin fotoğrafını çekmeye, geleceğe dönük görüş ve önerileri, kestirimleri paylaşmaya çalışmalıdır.
Kapsamlı “Türkiye 2023 Vizyonu”nu elbette ki tek bir kişinin, araştırmacılar ekibinin ya da siyasi grubun tasarlaması, savunması ve geniş kesimlere benimsetmesi mümkün değil.
Basında birkaç gün yer işgal ettikten sonra ömrü dolan cicili bicili raporlara ihtiyacımız yok. Böyle bir vizyonun kendi başına ülkenin sorunlarına çözüm getireceğini iddia etmek naiflik olur. Birçok ülkede bu amaçla genellikle cumhurbaşkanının öncülüğünde kılı kırk yararak her kesimden seçilmiş bilge kişiler ekibi oluşturuluyor. Tüm ilgili aktörlerin görüşleri ve önerileri dikkate alındıktan sonra aylar süren beyin fırtınaları neticesinde katılımcı ve partiler üstü bir yaklaşımla önce stratejik çerçeve çıkartılıyor. Ardından hükümet, parlamento, basın-yayın organları ve kamuoyu bu stratejik çerçeveyi tüm yönleriyle tartışıyor, gözden geçiriyor. Uygun görülen konularda eylem planları hazırlanıyor.
Bunların uygulanması, vizyon sahiplerince ve kamuoyunca titizlikle takip ediliyor, gerektikçe gözden geçiriliyor. Siyasi partilerin seçim başarısı bu hedeflere varmak için yaptıkları çalışmalar ile ölçülüyor. Hem her geçen gün karmaşıklaşan gülenin günbegün yönetimi hem de stratejik gelecek yönetimi, her ne kadar zor olsa da, paralel yürütülmesi gereken bir süreç.

Helvayı kim, nasıl yapacak?

Aslınca geleceğe umut ve heyecanla bakılması, büyük iddia ve hayallerin gerçekleştirilebilmesi için yeterli irade, kaynak ve potansiyel ülkemizde mevcut. İş büyük ölçüde yağ, un ve şekerin uygun kıvamda “helva”ya dönüştürülmesinde düğümleniyor. Kişi başına gelirimiz son ekonomik bunalımdan sonra hayli geriledi; ancak yine de satın alma gücü paritesine göre GSMH toplamı sıralamasında ilk yirmi ülke arasındayız dünyada. Üstelik kayıt dışı ekonomi bu hesaba dahil değil.
Ekilebilir arazi büyüklüğü bakımından, dünyanın 10’uncu ülkesiyiz. Toplam nüfus açısından ise dünya 17’incisi. Şimdilik Batı’yı telaşlandıran “yaşlanan nüfus” korkusu henüz bize sirayet etmedi. 1990 ile 2030 arası dönemde OECD nüfusu içinde yaşlıların oranı neredeyse iki kat aratarak yüzde 13’ten yüze 22,5’e yükselecek;Avrupa’nın iyi yetişmiş genç emek ve beyin gücü Türkiye kaynaklı olabilir.
Kağıt üzerinde etkileyici gözüken bu verilere bir de Türkiye’nin jeo-stratejik önemi, imparatorluk mirasını, yüzyıllara dayanan kurumlarını, muhteşem doğasını, turizm varlıklarını, imbikten süzülmüş geleneklerini, birbiirne geçmiş onca değişik kültürlerini, Balkanları, Ortadoğu’yu, Akdeniz’i ve Kafkasya’yı birleştiren anahtar ülke konumunu, NATO’nun ikinci büyük ordusunu, elindeki su rezervlerini, dinamik müteşebbislerini, Doğu-Batı Avrasya enerji koridoru özelliğini ekleyin. Görünen manzara, yine kağıt üzerinde, tüm temel unsurları sağlam görünen “geleceği parlak” bir Türkiye.
Masa başı ekonometrik modellerinden hareketle ülkemizin GSMH’sinin 2023’e kadar altıya katlanarak 1,2 trilyon dolara çıkacağı hesaplanıyor. Bunu o zaman ulaşacağımız varsayılan 92 milyonluk nüfusa böldüğümüzde kişi başına gelirimiz 13.000 dolar civarında olacak. Yani “her şey bugünkü gibi” senaryosu geçer akçe olursa korkarız. Yunanistan’ın 1999’da sahip olduğu kişi başına geliri biz ancak çeyrek yüz yıl sonra tutturabileceğiz. Tabii ki arada meydana gelebilecek olumsuz değişim ya da savaş ve deprem gibi felaket senaryolarını dikkate almazsak. Dolayısıyla, ülkemizdeki mevcut iyimser havanın, atılması gereken adımların sanal başarı sarhoşluğu ortamında geriye itilmesi ihtimalini hiç yabana atmadan, kendimize biraz daha ihtiraslı, iddialı “yüksek büyüme”, “insana yatırım”, ve “teknolojide üst kümeye sıçrama” senaryosunu hedef alarak çıtayı yükseltmek zorundayız.
Kurumların henüz yerli yerine oturup belli bir düzeni idame ettiremediği bizimki gibi toplumlarda lokomotif liderler kritik öneme sahiptirler. Onlar şayet iyi teçhiz edilmişlerse, çevrelerinde kendini ideallere adamış ehil kadrolar oluşturabilirlerse, demokratik mekanizmaları sonuna kadar kullanıp toplumlarını şevklendirip belli hedefler istikametinde daha yukarılara doğru sürükleyebilirler. Öte yandan çapsız, müflis, otoriter ve vizyonsuz liderlerin elinde de aşağıya doğru iniş kaçınılmazdır.
Vizyon hareketinin tetiğinin çekilmesi, gerçekleri kamuoyuna çekinmeden söyleyebilecek, verilen sözleri yerine getirebilecek, karizmatik, bilgili, dürüst ve etkin çekirdek bir lider kadrosunun mevcudiyetine bağlıdır. Başarılı liderlik erkek ya da kadına, yumuşak ya da sert olmaya, saldırgan ya da hassas davranmaya göre farklılık göstermiyor. Liderler, her şeyden önce güçlü bir şekilde tanımlanmış amaç duygusuna sahip olmalıdır. Halihazırda tepedeki insanlar, zorlayıcı, tepeden bakan bir vizyon yaratmak yerine daha çok politika, uygulama ve usul kuralları yapmada iyiler. Daha fazla verimlilik sağlama, sistemlerini ve yapılarını daha etkin bir şeklide denetleme uğraşı içindeler. Oysa bizim bir rüyası, misyonu, stratejik amacı olan, vizyonunu kamuoyuna, uygulayıcılara ve dış dünyaya en iyi şekilde aktarma, kitleleri hedefler doğrultusunda motive etme kapasitesine sahip liderlere ihtiyacımız var. Bunları özel laboratuarlarda yetiştiremeyeceğimize ya da dışarıdan ithal edemeyeceğimize göre siyasi sürece erken aşamada katmanın, sorumluluklar yükleyerek pişmelerinin önünü açmak zorundayız.
Gerçekçi bir yol haritası ve öncelikler listesi
Her şeyin iç içe girdiği ve karşılıklı bağımlılığın inanılmaz süratte arttığı bir dünyada artık ülkelerin başarı ya da başarısızlığı geleneksel ulusal gelir topl******* farklı şekilde hesap edilen “etkin büyüme”ye bağlı hale geldi. Büyüyerek zenginleşmek sadece yaşam standartlarını iyileştirme -yani, daha fazla daha dayanıklı tüketim malları satın alma ya da sağlığa daha fazla para ayırma- meselesi olmaktan çıktı. Büyüme, uluslararası siyasi sisteme yansıdığından beraberinde “güç” getiriyor. Bu itibarla önümüzdeki yüzyılda sadece sanayileri daha etkin hale getirmenin yetmeyeceği, sonuçta toplumu her alanda topyekün etkinleştirme başarısı gösteren ülkelerin öne fırlayacağı bilinmelidir.
Bu değişimin doğrudan sonucu, zengin ekonomiler imalat sanayiinden çok artan ölçüde teknoloji hem de insan sermayesi içeren bilginin yaratımı, dağıtımı ve kullanımının motor gücü oluyorlar. Bilgi yoğun sanayiler daha hızlı büyüyor, daha fazla istihdam ve gelir yaratıyorlar. Gelecekte en iyi performansı gösterecek ekonomiler belli kıstaslara göre seçilmiş ya da kayırılan “stratejik” sanayilere destek verenler değil bilgi varlıklarını en etkin şekilde ekonominin her sahasına tatbik edebilenler oluyor. Bilgi ve bilgili insan artık ekonominin en önemli girdisi. Klasik iktisat teorileri dünya ve ulusal ekonomilerde yaşanmakta olan alışılmadık bu değişim ve gelişmeleri izahta yetersiz kalıyor.
Bugüne kadar olduğu gibi rüzgara kapılıp amaçsızca bir o yana bir bu yana savrulmak istemiyorsak, iktidara gelince çözüm bekleyen büyüklü küçüklü sorunlar batağında boğulmamak, çevreyi kuşatacak menfaat grupları / danışmanlar çemberinin bizi sürekli “önemli” konulara çekme gayretlerinden sakınmak için tüm enerji / yetenek / kaynakların kilitleneceği (gerektikçe de gözden geçirilerek) öncelikler listesini çıkartarak işe başlamalıyız.
Adım adım bu öncelikleri nasıl gerçekleştirebileceği de somut önlem, proje ve icraat takvimine bağlamalıyız. Amaç, stratejik hedeflerimizi, önceliklerimizi gerçekleştirmek için kurumsal, hukuksal, teknolojik ve insan gücü altyapısını şimdiden hazırlamaktır. Bu tür egzersizlerde yalnızca bilimsel olma kaygısını ön planda tutarsanız sürecin önünü tıkarsınız. Köklü değişimleri ancak belli kalıpların esiri olmayan, aykırı, yaratıcı, cesur beyinler ortaya koyabilir. Düşünce özgürlüğü sadece siyasi sistemin demokratik vasfının olmazsa olmaz koşulu değil aynı zamanda ülkedeki yaratıcılığın ve yenilenmenin de önde gelen gereklerinden birisidir. Her soruna aynı anda saldırarak, mevcut kurulu yapıları hallaç pamuğu gibi attırarak sonuç almak mümkün değil. Bize göre, önümüzdeki dönemde Türkiye öncelikli ve birbiri ile de bağlantılı şu dört temel hedefin yılmaz takipçisi olmalıdır :

Yeni siyasi mimari ve iç barışın tesisi

Mevcut siyasi sistem, kesinlikle Türkiye’nin önünü tıkamakta, gelişmeyi kösteklemekte ve umut vaat eden geleceğini karartmaktadır. Ülkeyi yeniliklere açacak liberal, esnek, yaratıcı, profesyonelliğe dayalı, bilgi ve deneyime önem veren, çapraz denetime tabi güçlü iktidar yaratacak, kişilerin özgürlüklerini alabildiğine geniş tutacak, sorumlulardan hesap soracak, her türlü kurumsal hegemonyaya karşı koyucu, katılımcı yeni bir siyasi sistem çerçevesinde “yönetebilen demokrasi”ye geçilmesi başta gelen önceliktir. Bu amaçla gerekli anayasal ve yasal düzenlemeler bir an evvel gerçekleştirilmelidir. Siyasetin hammaddesinin kaliteli insan olduğu gerçeğini ihmal etmeden.
“Barış, sadece çatışmanın yokluğu ile değil, adaletin mevcudiyeti ile sağlanır.” Diyordu bir düşünür. Hem çatışma ortamı hem giderek genişleyen gelir ve bölgesel eşitsizlik ülkemizi etnik, dini, siyasi ve toplumsal alanlarda ciddi fay kırılmaları ile karşı karşıya bıraktı. Farklılığın, çeşitliliğin bir zenginlik olduğu anlayışı eğitim sistemimizin, siyasi kültürümüzün temel düsturları arasına henüz gereğince yerleştirilemedi. Dahası gelir dağılımı ve bölgesel gelişmişlik düzeyi bakımlarından Bangladeş ile İsviçre’nin yan yana yaşıyor olması, sadece utanç verici bir manzara arz etmekle kalmıyor, aynı zamanda siyasi istikrarı ve ekonomik geleceğimizi de ciddi şekilde tehdit ediyor.
Yolsuzluk, rüşvet ve ehliyetsizlik yüzünden kirlenmiş sistemi ıslah edecek, başarı gösteremeyen lider ve kadroları kriz yaratmaksızın demokratik yöntemlerle tasfiye edecek siyasi etik kuralları geçerlik kazanmalıdır. Devleti korumak ya da kurtarmaktan ziyade hangi dini inançtan, ya da etnik kökenden olursa olsun bireylerin yaşam standartlarını ve özgürlüklerini iyileştirmek temel hedef olmalıdır. En önemlisi de, Türkiye’nin siyasi ve yönetsel bakımdan kendi evinin içini düzene koymadan diğer iddialı hedeflerini gerçekleştirmesinin mümkün olmadığının kafalara kazınmasıdır.
Reformlar yapılırken yalnızca temsili demokrasinin süreçlerinin uygulanmış olması o reformlara meşruluk kazandırmakta yetersiz kalıyor. Bu reformlar kamu alanında yeterince tartışılmadıkça, katılımcı pratiklere açık olmadıkça, çoğulculuk kaygılarını yanıtlamadıkça genel kabul göremez. Reformların içeriği kadar üslubu da, sadece uygulanışında değil, daha yapılış sürecinden itibaren önem kazanıyor.

İnsan sermayesi, teknoloji ve sürdürülebilir kalkınmaya yatırım

İnsan varlığı bir ülkenin bugün olduğu gibi gelecekte de en değerli sermayesi olacaktır. Onun eğitimi, sağlığı, sosyal güvencesi ve doğru yerde istihdamı ülkeyi dünya rekabet liginde üst sıralara taşıyacaktır. Akıl ve bilim ışığında bugününden haberdar ve geleceğe umutla bakan, uluslararası çapta, özgüveni yüksek insan yetiştiren, bilim ve teknolojiyi rehber edinen, zengin kültürel, dini ve tarihi çeşnimizden esinlenen, dış dünya ile uyumlu eğitim ve ahlaki değerler sistemi yaratılması, muhafazası öncelikli hedefler arasında olmalıdır. Zira en iyi siyasi sistemi de inşa etseniz uygulamada etkinlik insan kalitesine bağlıdır.
Özgür, sorgulayıcı düşünceye, tüketimden çok üretmeye, yaratmaya, paylaşmaya, kültürel aydınlanma dönemine zemin hazırlayacak ve ortak değerlere saygıya ağırlık veren bir eğitim sistemi olmazsa olmaz koşuldur. Okuldan ayrılınca bitmeyen, yaşam boyu ihmal edilemez bir sorumluluktur. Yoksul kesimlerin önünü de açacak fırsat eşitliğini ve eğitim kalitesini artırmada devletin öncü rolü vardır. Kadın ve çocuğa özel önem atfeden, kadınların toplum yaşamında ve ekonomideki rollerinin güçlenerek artırıldığı, cinsiyet ayrımının giderildiği bir sistem geliştirilmelidir. İnsanların emeklilik dönemleri ve sağlık sorunları ile ilgili belirsizliği giderecek, bu alanlarda hem insani hem de ekonomik çözümleri getirecek bir yaklaşıma yönelmeliyiz.

Uluslararası rekabet gücünün artırılması

Özel sektörün lokomotif rol üstleneceği, küçük ve orta ölçekli işletmelerin ekonominin bel kemiğini teşkil edeceği, ülkemizin karşılaştırmalı üstünlüklerini yansıtan, uluslararası rekabet gücüne sahip, tekelleşmeyi kaldırıp adil rekabetin yerleştirileceği, devletin rant dağıtımı yerine temel hizmet ve altyapıyı -özellikle de gerekli hukuki ve kurumsal çerçeveyi- sağlayıp denetim ve hakemliği üstlendiği, sosyal sorumluluklarını ihmal etmediği, serbest -fakat “fanatik” olmayan- piyasaya dayalı bir ekonomik sistem başlıca hedeftir.
İstihdam ve katma değer yaratan yatırımlar üzerindeki vergi yükünü hafifleten, uluslararası doğrudan yatırımları teşvik eden bir sisteme geçilmelidir. Birimleri uyumlu ve eşgüdüm içinde, açık, dürüst, demokratik, hızlı ve verimli çalışan bir devlet çarkı, sağlıklı bir ekonomik sistemin de teminatıdır. 21. Yüzyıldaki konumumuz, uluslararası piyasalarda rekabet edebilme ve başarma gücümüze bağlıdır. Sanayileşmek ancak yaratılan sanayilerin dünya ölçeğinde rekabetçi olmasıyla ölçülebilir. İhracatın ithalattan daha fazla artırılması, teknoloji yaratımı ve geliştirilmesi, başta çevre ülkeler olmak üzere stratejik amaçlı yatırımların artırılmasına önem verilmelidir. Türkiye’nin karşılaştırmalı üstünlüğü bulunan tarım, turizm, tekstil / giyim, inşaat ve savunma sektörlerinde yeni bilgi sanayi ve teknolojileri hakim kılınmalıdır. Geleceğe dönük enerji arz-talep senaryosu, temiz, yenilenebilir ve maliyet açısından rekabeti aşındırmayacak enerji kaynakları esas alınarak geliştirilmelidir.

Dış ilişkilerde “balans ayarı”

Ülke içi siyasi istikrarın temini, insan sermayesine yatırım ve uluslararası ekonomik rekabet gücünün artırılması, dünya jeopolitiğindeki konumumuzu daha da sağlamlaştıracaktır. AB tam üyeliğini ve ötesini göz önünde bulundurarak, ekonomik kalkınmamızın ve acil ihtiyaç duyulan diğer iç reformların tamamlanması için bölgemizde mutlak barış ve istikrar kuşağı oluşturmamız gerekiyor. Bu stratejik hedef, komşu ülkelerle güven tazelemeyi ön planda tutan yeni bir işbirliği anlayışı geliştirmemizi, dünyanın geleneksel / yeni yükselmekte olan güçleri ile ilişkilerimizde Soğuk Savaş sonrası dönemin gerektirdiği ve hala mevcut politika / yapılara yansıtılamamış olan “balans ayarı”nı acilen yapmamızı zorunlu kılıyor. Aramızdaki sorunların, güvensizliğin kökenleri iyi tahlil edilip, şayet bizden kaynaklanıyorsa, bu ülkelerin hassasiyetlerini dikkate almak ve sadece devletler değil, halklar arasında da karşılıklı ekonomik, siyasi ve kültürel bağımlılıklar yaratmak gerekiyor.
ABD, Avrupa Birliği, Rusya, Ortadoğu, Balkanlar, Avrasya ve Çin ile aramızdaki ilişkiler, üzerinde geniş mutabakata varılacak bir ulusal menfaat tanımına uygun şekilde yeniden gözden geçirilmelidir. “Bölge gücü” Türkiye’nin dış ilişkiler teşkilatını, insan gücü kaynaklarını yeni gereksinim ve değişmelere uyumlu hale getirmesi, özellikle de köklü bir zihniyet değişikliğini, eğitim programını gerçekleştirmesi ve bilgi teknolojilerini yaygın şekilde kullanmasını dayatmaktadır. Ayrıca, ekonomik ve ticari menfaatlerin dış ilişkilerde merkezi bir konum kazandığı günümüzde sadece “stratejik” değil; aynı zamanda “tüccar” ve “yatırımcı” ülke olarak da düşünülebilecek kurumsal kültür geliştirilmeli, insan gücü yetiştirilmesine öncelik verilmelidir.
Güçlü, akıllı, yaratıcı ve özgüvenli olduğumuz ölçüde kendi gelecek senaryolarımızı kendimiz yazabiliriz. Aksi takdirde, başkalarının kaleme aldığı senaryolarda, çoğu zaman gizli gündemin farkına bile varmadan, figüran olarak oynamaya mahkum oluruz. “Yol haritamızı” da Washington ya Brüksel’de çizerler. (Elegans dergisinden kısaltılarak)