“Sorun değil – aç değilim.”
Katılmadım. “Bence bir şeyler yemelisin.” Kan dolaşımına şeker girmesi
gerekliydi – gerçi zaten varmış gibi yeterince tatlı kokuyordu diye düşündüm alayla.
Dehşet ona her an çarpabilirdi ve boş bir mide yardımcı olmazdı. Tecrübemden
bildiğim üzere kolaylıkla bayılabiliyordu.
Bu kızlar eğer direkt eve giderlerse tehlike içinde olmayacaklardı. Tehlike
onları her adımlarında takip etmiyordu.
Ve Bella’yla yalnız kalmayı tercih ederdim – o benimle yalnız kalmak istediği
sürece.
“Bella’yı bu gece eve benim bırakmamın bir sakıncası var mı?” dedim
Jessica’ya Bella cevap veremeden. “Böylece o yerken beklemek zorunda
kalmazsınız.”
“Ah sorun olmaz. Sanırım …” Jessica Bella’ya dikkatle bakarak bunun
istediği şey olduğuna dair bir işaret aradı.
Kalmak istiyorum… ama muhtemelen onu kendine istiyor. Kim istemez ki? diye
düşündü Jess. O sırada Bella’nın göz kırpmasını izledi.
Bella göz mü kırpmıştı?
“Tamam.” dedi Angela çabucak Bella’nın istediği buysa yoldan çekilmek için
acele ederek ve bunu istiyormuş gibi gözüküyordu. “Yarın görüşürüz Bella…
Edward.” Adımı sıradan bir tonla söylemek için çabaladı. Sonra Jessica’nın elini tuttu
ve onu çekmeye başladı.
Bunun için Angela’ya teşekkür etmenin bir yolunu bulmam gerekecekti.
Jessica’nın arabası bir sokak lambasının ışığının oluşturduğu parlak bir
daireye yakındı. Bella kaşlarının arasında bir endişe kıvrımıyla onları arabaya girene
kadar izledi. O zaman içinde bulunmuş olduğu tehlikenin tamamen farkında
olmalıydı. Jessica uzaklaşırken el salladı ve Bella da ona geri el salladı. Derin bir
nefes alıp bana döndüğünde araba daha gözden kaybolmamıştı.
“Açıkçası gerçekten aç değilim.” dedi.
Konuşmadan önce neden onların gitmesini beklemişti? Hakikaten benimle
yalnız kalmak istiyor muydu – şimdi öldürücü öfkeme şahit olduktan sonra bile mi?
Durum ne olursa olsun bir şeyler yiyecekti.
“Dalga geçiyorsun.” dedim.
Restoran kapısını onun için açtım ve bekledim.
İç çekip içeri girdi.
Karşılayıcı görevlinin beklediği platforma doğru onun yanında yürüdüm.
Bella hala tamamen soğukkanlı gözüküyordu. Ateşini ölçmek için eline alnına
dokunmak istedim; ama soğuk elim onu iğrendirirdi daha önce olduğu gibi.
ıÜüAman Tanrım karşılayıcının yüksek iç sesi bilincime daldı. Tanrım Aman
Tanrım.
Bu gece benim baş döndürme gecem gibi gözüküyordu ya da sadece Bella’nın
beni böyle görmesini çok istediğim için şimdi daha çok fark ediyordum. Her zaman
kurbanımıza göre çekiciydik. Bunun hakkında daha önce hiç bu kadar
düşünmemiştim. Genellikle korku baştaki çekimin yerini çabucak alırdı…
“İki kişilik bir masa?” diye sordum karşılayıcı konuşmadığında.
“Ah ıı evet. La Bella İtalia’ya hoşgeldiniz.” Mmm! Nasıl bir ses ama! “Lütfen
beni takip edin.” Düşünceleri meşguldü hesap yapıyordu.
Belki kız onun kuzenidir. Kardeşi olamaz benzemiyorlar; ama aile kesinlikle. Onunla
beraber olamaz.
İnsan gözleri bulutluydu; hiçbir şeyi net göremiyorlardı. Bu dar görüşlü kadın
nasıl benim fiziğimi – kurban için bir tuzağı – çekici bulabiliyordu da yanımdaki
kızın yumuşak mükemmelliğini göremiyordu?
Eh ona yardım etmeye gerek yok ne olur ne olmaz diye düşündü bizi restoranın
en kalabalık yerindeki aile boyu masaya yönlendirirken. Kız buradayken ona numaramı
verebilir miyim…?
Arka cebimden bir banknot çıkardım. İnsanlar işin içine para girdiğinde her
zaman işbirliğine hazırdı.
Bella karşı çıkmadan garsonun gösterdiği yere oturuyordu. Ona doğru kafamı
salladım ve başını kaldırarak merakla bekledi. Evet bu gece çok meraklı olacaktı.
Kalabalık bu konuşma için ideal bir yer değildi.
“Belki daha özel bir yer?” diye istekte bulundum parayı vererek. Gözleri
şaşkınlıkla açıldı ve sonra parmakları bahşişin üzerinde kıvrılırken kısıldı.
“Tabii.”
Bizi bir bölme duvarının etrafından götürürken paraya göz attı.
Daha iyi bir masa için elli dolar? Aynı zamanda zengin. Bu mantıklı – bahse girerim
ki ceketi son maaşımdan daha fazla para ediyordur. Lanet olsun. Niye onunla mahremiyet
istiyor?
Bize restoranın sessiz bir köşesinde bizi kimsenin göremeyeceği – ona ne
söylersem Bella’nın bunlara tepkilerinin görülmeyeceği – bir bölme önerdi.
Ne kadar tahmin etmişti? Bu gece olanlarla ilgili kendine hangi açıklamayı
yapmıştı?
“Burası nasıl?” diye sordu garson.
“Muhteşem.” dedim ve Bella’ya olan kızgın davranışlarından rahatsız olarak
dişlerimi gösterip ona genişçe gülümsedim.
Vay. “Iı… servisiniz hemen gelecek.” Gerçek olamaz. Mutlaka uyumuş olmalıyım.
Belki kız kaybolur… belki tabağına ketçapla numaramı yazarım.
Garip. Hala korkmamıştı. Birdenbire Emmett’in haftalar önce kafeteryada
benimle alay edişini hatırladım. Bahse girerim ben onu bundan daha iyi korkutabilirdim.
Bu yeteneğimi kayıp mı ediyordum?
“Gerçekten insanlara bunu yapmamalısın.” diye böldü Bella düşüncelerimi
onaylamaz bir tonla. “Hiç adil değil.”
Eleştirici ifadesine bakakaldım. Neyi kastetmişti? Çabalarıma rağmen garsonu
korkutamamaıştım. “Neyi?”
“Onları böyle büyülememelisin – kız muhtemelen şimdi mutfakta soluk
soluğa kalmıştır.”
Hmm. Bella neredeyse haklıydı. Garson şu anda yarı-tutarlı bir şekilde
arkadaşına benim hakkımdaki yanlış değerlendirmesini anlatıyordu.
“Ah hadi ama” diye azarladı Bella ben hemen cevap vermeyince. “İnsanlar
üzerindeki etkini biliyor olmalısın.”
“Ben insanları büyülüyor muyum?” Bu durumu ifade etmek için ilginç bir
yoldu. Bu gece için yeterince doğruydu. Değişikliğin sebebinin ne olduğunu merak
ediyordum…
“Fark etmedin mi?” diye sordu hala eleştirerek. “Sence herkes işlerini bu
kadar kolay halledebiliyor mu?”
Düşünmeden merakımı seslendirdim. “Seni büyülüyor muyum?” ve sonra
kelimeler çıkmıştı ve onları geri çağırmak için artık çok geçti.
Ama ben bu sözleri sesli söylemekten derin bir pişmanlık duymadan önce
cevapladı “Sık sık.” Ardından yanakları açık pembe bir renk aldı.
Onu büyülüyordum.
Sessiz kalbim daha önce hissetmediğim kadar şiddetli bir umutla kabardı.
“Merhaba.” dedi biri garson kendini tanıtarak. Düşünceleri bizi
karşılayandan daha sesli ve açıktı; ama dinlemedim. Onun yerine Bella’nın yüzüne
baktım. Kanın teninin altında yayılmasını boğazımı nasıl yaktığını değil yüzünü
nasıl aydınlattığını teninin güzelliğini nasıl belirginleştirdiğini fark ederek izledim.
Garson benden bir şey bekliyordu. Ah içecek siparişimizi sormuştu. Bella’ya
bakmaya devam ettim ve garson da gönülsüzce ona bakmak için döndü.
“Ben bir kola alayım?” dedi Bella sanki onay beklermiş gibi.
“İki kola.” dedim. Susuzluk – normal insan susuzluğu – şokun belirtilerinden
biriydi. Sistemine soda ile ekstra şeker aldığından emin olacaktım.
Sağlıklı görünüyordu gerçi. Sağlıklıdan daha fazlası. Mutlu görünüyordu.
“Ne?” diye sordu – niye baktığımı merak ettiği için sanırım. Garsonun
gittiğinin belli belirsiz farkındaydım.
“Nasıl hissediyorsun?”
Soruma şaşırarak gözlerini kırpıştırdı. “İyiyim.”
“Başın dönmüyor miden bulanmıyor soğuk hissetmiyor musun?”
Şimdi kafası daha da karışmıştı. “Öyle mi hissetmeliyim?”
“Eh aslında şoka girmeni bekliyorum.” Yarım gülümseyerek itirazını
bekledim. Kendisiyle ilgilenilmesini istemezdi.
Cevap vermedi bir dakika aldı. Gözleri hafifçe odağını kaybetmişti. Ona
gülümsediğimde bazen böyle bakıyordu. O… büyülenmiş miydi?
Buna inanmaya bayılırdım.
“Böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Hoş olmayan şeyleri bastırmakta her
zaman iyi olmuşumdur.” diye cevapladı biraz nefessiz kalarak.
Kötü şeylerle çok fazla mı pratiği vardı yani? Hayatı her zaman böyle tehlikeli
miydi?
“Aynı şekilde.” dedim ona. “Vücuduna biraz şeker ve yemek girdiğinde
kendimi daha iyi hissedeceğim.”
Garson iki kola ve bir sepet ekmekle döndü. Onları önüme koydu ve bu sırada
gözlerimi yakalamaya çalışarak siparişimi sordu. Bella’yla ilgilenmesi gerektiğini
belirttim ve onu dinlememeye devam ettim. Basit bir zihni vardı.
“Iı…” Bella menüye hızlıca bir bakış attı. “Mantar Ravioli alacağım.”
Garson istekle bana döndü. “Ve siz?”
“Ben bir şey almayacağım.”
Bella hafifçe suratını buruşturdu. Hmm. Hiçbir zaman yemek yemediğimi
mutlaka fark etmiş olmalıydı. Her şeyi fark etmişti ve ben onun etrafında dikkatli
olmayı her zaman unutuyordum.
Tekrar yalnız kalana kadar bekledim.
“İç.” diye ısrar ettim.
Karşı çıkmadan uyduğunda şaşırdım. Bardak tamamen boşalana kadar içti
ben de kaşlarımı çatarak ikinci kolayı ona doğru ittim. Susuzluk mu şok mu?
Biraz daha içti ve titredi.
“Üşüdün mü?”
“Hayır koladan sadece.” dedi; ama dişleri çatırdayacakmış gibi tekrar titredi.
Giydiği güzel bluz tenini yeteri kadar koruyabilmek için çok inceydi;
neredeyse birincisi kadar narin bir ikinci deri gibiydi. Çok kırılgan çok faniydi.
“Montun yok mu?”
“Evet.” Etrafına şaşırarak baktı. “Ah – Jessica’nın arabasında unuttum.”
Jestin vücut ısım tarafından bozulmamış olmasını dileyerek ceketimi
çıkardım. Ona sıcak bir ceket sunabilmek güzel olurdu. Yanakları yine kızararak
bana baktı. Şimdi ne düşünüyordu?
Masanın karşısından ona ceketi uzattım. Hemen giydi ve sonra tekrar titredi.
Evet sıcak olmak güzel olurdu.
“Teşekkürler.” dedi. Derin bir nefes aldı ve sonra ellerini çıkarmak için ceketin
ona çok uzun gelen kollarını kıvırdı. Başka bir derin nefes aldı.
Akşam olanlar sonunda yerleşiyor muydu? Rengi hala iyiydi; bluzunun koyu
mavisine karşı teni krema gibi ve gül rengiydi.
“Bu mavi renk teninle çok güzel gözüküyor.” diye iltifat ettim ona sadece
dürüst davranarak.
Etkiyi artırarak kızardı.
İyi gözüküyordu; ama risk almanın bir manası yoktu. Ekmek sepetini ona
doğru ittim.
“Gerçekten.” diye karşı çıktı. “Şoka girmeyeceğim.”
“Girmelisin – normal bir insan girmeli. Sarsılmış bile gözükmüyorsun.”
Onaylamaz bir ifadeyle niye normal olamadığını sonra da bunu gerçekten isteyip
istemediğimi merak ederek ona baktım.
“Seninleyken kendimi güvende hissediyorum.” dedi gözleri yine güvenle
dolu olarak. Hak etmediğim güvenle.
İçgüdüleri tamamen yanlıştı. Problem mutlaka bu olmalıydı. Tehlikeyi bir
insanın algılayabilmesi gerektiği gibi tanımıyordu. Tepkileri tamamen tersti. Kaçmak
yerine duruyor onu korkutması gereken şeye çekiliyordu…
İkimiz de bunu istemiyorken onu kendimden nasıl koruyacaktım?
“Bu planladığımdan daha da karışık.” diye mırıldandım.
Sözlerimi kafasında döndürdüğünü görebiliyordum ve onladan ne anlam
çıkardığını merak ediyordum. Bir dilim ekmek aldı ve ne yaptığının farkındaymış
gibi gözükmeden yemeye başladı. Bir süre çiğnedi ve sonra kafasını düşünceyle yana
doğru eğdi.
“Gözlerin açık renkli olduğunda genelde daha iyi bir ruh halinde oluyorsun.”
dedi sıradan bir sesle.
Gerçeğe bu kadar yaklaşmış gözlemi beni sersemletti. “Ne?”
“Gözlerin siyahken her zaman daha aksisin. Bunun hakkında bir teorim var.”
diye ekledi umursamaz bir havayla.
Yani kendi açıklaması vardı. Tabii ki vardı. Gerçeğe ne kadar yaklaştığını
düşünürken derin bir korku hissettim.
“Başka teoriler?”
“Mm-hm.” Tamam kayıtsızca yeni bir ısırık alıp çiğnedi. Sanki bir canavarın
özelliklerini canavarın kendisiyle tartışmıyormuş gibi.
“Umarım bu sefer daha yaratıcısındır…” diye yalan söyledim devam
etmeyince. Gerçekten umduğum şey yanılmış olmasıydı – gerçeğin çok uzağında
olması. “Yoksa fikirlerini hala çizgi romanlardan mı çalıyorsun?”
“Eh hayır bunu bir çizgi romandan almadım.” dedi biraz utanarak. “Ama
kendi başına da ortaya çıkmadı.”
“Ve?” diye sordum dişlerimin arasından.
Şüphesiz çığlık atmak üzere olsaydı bu kadar sakin konuşmazdı.
Dudağını ısırıp tereddüt ederken garson Bella’nın yemeğiyle tekrar geldi.
Bella’nın önüne tabağı koyup bana bir şey isteyip istemediğimi sorduğunda
dikkatimi pek vermedim.
Reddettim; ama daha fazla kola istedim. Boş bardakları fark etmemişti. Onları
aldı ve gitti.
“Ne diyordun?” dedim endişeyle yine yalnız kaldığımız anda.
“Arabada söylerim.” dedi alçak sesle. Ah bu kötü olacaktı. Başkalarının
etrafında tahminlerini söylemek istemiyordu. “Eğer…” diye ekledi aniden.
“Şartların mı var?” O kadar gerilmiştim ki kelimeleri neredeyse
homurdanmıştım.
“Birkaç sorum olacak tabii ki.”
“Tabii ki.” dedim sesim sertti.
Soruları muhtemelen düşüncelerinin nereye yönlendiğini anlamama yeterli
olacaktı; ama onlara nasıl cevap verecektim? Sorumlu yalanlarla? Yoksa gerçekle onu
kaçıracak mıydım? Yoksa karar veremeyip hiçbir şey söyleyemeyecek miydim?
Garson sodaları yenilerken sessizlik içinde oturduk.
“Peki sor.” dedim kız gittiğinde çenem kilitli bir şekilde.
“Niye Port Angeles’tasın?”
Bu çok kolay bir soruydu – onun için. Benim cevabım eğer dürüst olursa çok
fazla şey açığa çıkaracakken onun sorusu hiçbir şey ele vermiyordu.
“Sonraki.” dedim.
“Ama bu en kolay olanıydı!”
“Sonraki.” dedim tekrar.
Olumsuz cevabımdan rahatsız olmuştu. Gözlerini benden ayırıp yemeğine
baktı. Yavaşça düşünceli halde bir ısırık aldı ve ihtiyatla çiğnedi. Biraz kola içti ve
sonunda bana baktı. Gözleri şüpheyle kısılmıştı.
“Tamam o zaman” dedi. “Diyelim ki varsayım olarak tabii biri… insanların
ne düşündüğünü bilebiliyor bilirsin zihin okuyabiliyor – birkaç istisna dışında.”
Daha kötü olabilirdi.
Bu arabadaki yarım gülümsemeyi açıklıyordu. Hızlıydı – bunu daha önce
kimse tahmin edememişti. Carlisle dışında ve o zaman başta çok açıktı. Ben
düşüncelerine sanki bana söylemiş gibi cevap verdiğimde benden önce anlamıştı…
Bu soru çok kötü değildi. Benimle ilgili bir sorun olduğunu bildiği gayet
netken olabileceği kadar ciddi değildi. Sonuçta zihin-okuma yeteneği vampir
özellikleri içinde değildi.
“Sadece bir.” diye düzelttim. “Varsayım olarak.”
Bir gülümsemeyle savaştı – kararsız dürüstlüğüm onu memnun etmişti. “Peki
bir istisnayla o zaman. Bu nasıl çalışıyor? Limitler neler? Nasıl… o kişi… başka birini
tam zamanında bulabiliyor? Onun başının belada olduğunu nasıl bilebiliyor?”
“Varsayarsak?”
“Tabii.” Dudakları kıvrıldı berrak kahverengi gözleri istekliydi.
“Evet” tereddüt ettim. “Eğer… o kişi…”
“Ona ‘Joe’ diyelim.” diye önerdi.
İsteğine gülümsemek zorunda kaldım. Hakikaten gerçeğin iyi bir şey olacağını
mı düşünüyordu? Eğer sırlarım hoş olsa ondan saklamamamın sebebi ne olabilirdi
ki?
“Joe o zaman.” diye katıldım. “Eğer Joe dikkat ediyor olsaydı zamanlamanın
bu kadar tam olmasına gerek kalmazdı.” Kafamı salladım ve bugün geç kalmaya ne
kadar yakın olduğumu düşününce bir titremeyi bastırdım. “Sadece sen bu kadar
küçük bir kasabada başını belaya sokabilirsin. Son on yıllık suç oranlarını
mahvedebilirdin.”
Dudakları kenarlarından aşağıya doğru indi. “Bir varsayım hakkında
konuşuyorduk.”
Kızgınlığına güldüm.
Dudakları teni… Çok yumuşak görünüyordu. Onlara dokunmak istiyordum.
Parmağımın ucuyla kaşlarının arasındaki buruşukluğu yok etmek istiyordum.
İmkansız. Benim tenim ona tiksindirici gelirdi.
“Evet öyleydi.” dedim kendi moralimi daha fazla bozmadan konuşmaya
dönerek.
“Sana ‘Jane’ diyelim mi?”
Masanın karşısından bana doğru eğildi bütün öfke ve alay büyük gözlerinden
gitmişti.
“Nasıl bildin?” diye sordu alçak ve kuvvetli bir sesle.
Ona gerçeği söylemeli miydim? Ve eğer öyle yaparsam ne kadarını?
Ona söylemek istiyordum. Yüzünde hala olan o güveni hak etmek istiyordum.
“Bana güvenebileceğini biliyorsun.” diye fısıldadı ve ellerime dokunacakmış
gibi kendi elini ileri doğru uzattı.
Buz gibi taş ellerime vereceği tepkinin düşüncesinden nefret ederek onları
geri çektim ve o da elini indirdi.
Ona sırlarımı koruması konusunda güvenebileceğimi biliyordum; tamamen
güvene layıktı; ama onlardan korkmaması konusunda güvenemezdim. Korkması
gerekirdi. Gerçek korkunçtu.
“Artık başka bir seçeneğim olduğunu sanmıyorum.” diye mırıldandım. Bir
kere ‘son derece dikkatsiz’ diyerek onunla alay ettiğimi hatırladım. Gücendirmiştim
eğer yüz ifadelerini doğru değerlendiriyorsam. “Yanılmışım – düşündüğümden çok
daha dikkatlisin.” Ve muhtemelen farkında olmamasına rağmen bunu çoktan
biliyordum. Hiçbir şey kaçırmıyordu.
“Her zaman haklı olduğunu sanıyordum.” dedi benimle alay ederken gülerek.
“Önceden öyleydim.” Eskiden ne yaptığımı biliyordum eskiden gidişatımdan
her zaman emin olurdum; ama şimdi her şey kaos ve kargaşa içindeydi.
Yine de bunu değişmezdim. Mantıklı olan o hayatı istemiyordum. Eğer kaos
Bella’yla birlikte olabileceğim anlamına geliyorsa değil.
“Seninle ilgili başka bir şeyde de yanılmışım” diye devam ettim. “Kaza
mıknatısı değilsin – bu yeterince geniş bir sınıflandırma değil. Bela mıknatısısın. Eğer
on millik alan içinde tehlikeli bir şey varsa her zaman seni buluyor.” Niye o?
Bunların herhangi birini hak etmek için ne yapmıştı?
Bella’nın yüzü yine ciddileşti. “Ve sen de kendini bu kategoriye mi
koyuyorsun?”
Dürüstlük bu sorusunda diğerlerinden daha önemliydi. “Kesinlikle.”
Gözleri hafifçe kısıldı – şimdi şüpheyle değil; ama garip bir şekilde endişeyle.
Ellerini masanın karşısına doğru yavaşça ve ihtiyatla tekrar uzattı. Ellerimi ondan bir
santim geriye çektim; ama bana dokunmaya kararlı halde bunu görmezden geldi.
Nefesimi tuttum – bu sefer kokusu yüzünden değil; ama ani kahredici gerilimle.
Korku. Tenim onu iğrendirirdi. Kaçardı.
Parmak uçlarıyla elimin arkasına hafifçe dokundu. İstekli nazik
dokunuşunun sıcaklığı daha önce hissettiğim hiçbir şeye benzemiyordu. Neredeyse
katıksız zevkti. Olabilirdi korkuyor olmasaydım. O tenimin soğukluğunu ve
sertliğini hissederken hala nefes alamayarak yüzünü izledim.
Yarım bir gülümseme dudaklarının kenarlarını yukarı doğru kıvırdı.
“Teşekkür ederim.” dedi istekli gözleriyle benim gözlerim buluştuğunda.
“Şimdi iki etti.”
Yumuşak parmakları orada olmayı hoş bulmuşlar gibi elimin üzerinde kaldı.
Ona verebileceğim en sıradan şekilde cevap verdim. “Üçüncüyü denemeyelim
olur mu?”
Yüzünü buruşturdu; ama başını salladı.
Elimi onun elinin altından çektim. Dokunuşu ne kadar muhteşem hissettirse
de toleransının sihrinin geçip tiksinmeye dönüşmesini beklemeyecektim. Ellerimi
masanın altına sakladım.
Gözlerini okudum; zihni sessiz olsa da orada hem güven hem de merak
görebiliyordum. O anda sorularını cevaplamak istediğimi anladım. Ona borçlu
olduğumdan değil. Bana güvenmesini istediğimden değil.
Beni tanımasını istiyordum.
“Seni Port Angeles’a kadar takip ettim.” dedim ona kelimeler
düzeltemeyeceğim kadar hızlı dökülüyordu. Gerçeğin tehlikesini aldığım riski
biliyordum. Her an doğal olmayan sakinliği histeriye dönüşebilirdi. Aksine bunu
bilmek sadece daha hızlı konuşmama neden oluyordu. “Daha önce hiç belirli bir
insanı hayatta tutmaya çalışmamıştım ve bu düşündüğümden de zormuş; ama bu
muhtemelen sadece sen olduğun için. Normal insanlar günlerini kazasız belasız
geçiriyorlar.”
Onu izleyerek bekledim.
Gülümsedi. Dudakları köşelerinden yukarı kıvrıldı ve çikolata renkli gözleri
samimileşti.
Biraz önce onu gizlice takip ettiğimi itiraf etmiştim ve o gülümsüyordu.
“Belki de benim kaderim o minibüs olayına kadardı kaderle oynadığını
düşünmüyor musun?” diye sordu.
“O ilk değildi.” dedim masanın koyu kestane rengi örtüsüne omuzlarım
utançtan çökmüş bir halde bakarak. Bariyerlerim inmişti gerçek hala düşünmeden
dökülüyordu. “Senin kaderin benimle tanışana kadardı.”
Bu gerçekti ve beni öfkelendiriyordu. Ben hayatına bir giyotin bıçağı gibi
yerleştirilmiştim. Sanki zalim adil olmayan bir kaderle ölüme işaretlenmişti ve bu
aynı kader onu öldürmeye çalışmaya devam ediyordu. Kaderi bir kişi olarak hayal
ettim – korkunç kıskanç bir cadaloz kinci acımasız bir kadın.
Bundan sorumlu bir şey biri istedim – o sayede savaşabileceğim somut bir şey
olurdu. Yok edecek bir şey herhangi bir şey böylece Bella güvende olabilirdi.
Çok sessizdi; soluğu hızlanmıştı.
Beklediğim korkuyu sonunda göreceğimi bilerek ona baktım. Daha demin onu
öldürmeye ne kadar yakın olduğumu itiraf etmemiş miydim? Minibüsün ona
çarpmaya santimler kala olduğundan daha yakın. Ve yine de yüzü hala sakindi
gözleri hala sadece endişeyle kısıktı.
“Hatırlıyor musun?” Bunu hatırlıyor olmalıydı.
“Evet.” dedi sesi tonu düz ve ciddiydi. Derin gözleri farkındalıkla doluydu.
Biliyordu. Onu öldürmek istemiş olduğumu biliyordu.
Çığlıklar neredeydi?
“Ve hala burada oturuyorsun.” dedim.
“Evet buradayım… senin sayende.” Kurnazca olmayan bir şekilde konuyu
değiştirirken yüz ifadesi değişti ve meraklandı. “Çünkü sen bir şekilde bugün beni
nasıl bulacağını biliyordun…?”
Ümitsizce düşüncelerini koruyan duvarları tekrar ittim. Bu bana hiç mantıklı
gelmiyordu. Ortada gerçek varken nasıl kalanıyla ilgilenebilirdi?
Sadece merakla bekledi. Yüzü bembeyazdı bu onun için doğaldı; ama yine de
beni endişelendiriyordu. Yemeği önünde neredeyse dokunulmamış halde
duruyordu.
“Sen ye ben konuşacağım.”
Saniyenin yarısı kadar düşündü ve sonra sakinliğine ters düşen bir hızla bir
ısırık aldı. Cevabım için gözlerinden görmeme izin verdiğinden daha heyecanlıydı.
“Bu olması gerekenden daha zor – seni takip etmek.” dedim ona. “Genelde bir
kere zihnini duyduğumda birini kolaylıkla bulabilirim.”
Bunu söylerken yüzünü dikkatlice izledim. Doğru tahmin etmek bir şeydi
onaylanması başka bir şey.
Hareketsizdi gözleri büyümüştü. Paniğini beklerken dişlerimin birbirine
kenetlendiğini hissettim.
Ama bir kere gözlerini kırpıştırdı sesli bir şekilde yuttu ve çabucak ağzına
başka bir lokma attı. Devam etmemi istedi.
“Jessica’yı takip ediyordum.” diye devam ettim. “Pek dikkatli değil – dediğim
gibi sadece sen Port Angeles’ta başına bela alabilirsin.” Bunu eklemeden
duramadım. Diğer insanların hayatlarının ölüm kıyısındann dönme deneyimleriyle
bu kadar dolu olmadığını fark etmiş miydi yoksa normal olduğunu mu
düşünüyordu? O şimdiye kadar tanıştığım normallikten en uzak kişiydi. “Ve başta
onlardan ayrıldığını fark etmedim. Sonra artık onunla olmadığını anladığımda
kafasında gördüğüm kitapçıya gittim. İçeri girmediğini söyleyebilirdim ve güneye
gittiğini… ve kısa zaman içinde geri döneceğini biliyordum. O yüzden sadece seni
bekliyor biri seni fark etmişse nerede olduğunu öğrenmek için rastgele sokaktaki
insanların düşüncelerini tarıyordum. Endişelenmek için hiçbir sebebim yoktu… ama
garip bir şekilde gergindim…” O panik duygusunu hatırladığımda soluğum
hızlandı. Kokusu boğazımı yaktı ve ben memnun kaldım. Bu onun canlı olduğu
anlamına gelen bir acıydı. Ben yandığım sürece o güvendeydi.
ıÜü“Arabayla daireler halinde dolaşmaya başladım hala… dinleyerek.”
Kelimenin ona mantıklı gelmesini umdum. Bu mutlaka kafa karıştırıcı olmalıydı.
“Güneş batıyordu çıkıp seni yaya olarak takip etmeye başlamak üzereydim. Ve
sonra–”
Hatıra beni ele geçirdiğinde – sanki o an tekrar yaşanıyor gibi kusursuz
derecede net ve gerçekçi – vücudumda aynı öldürücü öfkeyi hissettim.
Onun ölmesini istiyordum. Onun ölmesine ihtiyacım vardı. Kendimi masada
tutmaya çalışırken çenem kilitlendi. Bella’nın hala bana ihtiyacı vardı. Önemli olan
oydu.
“Sonra ne?” diye fısıldadı koyu gözleri büyüktü.
“Ne düşündüklerini duydum.” dedim dişlerimin arasından kelimelerin
ağzımdan homurdanma olarak çıkmasını engelleyemeyerek. “Aklında senin yüzünü
gördüm.”
Öldürme arzusuna zorlukla karşı koyabildim. Onu nerede bulacağımı hala
biliyordum. Karanlık düşünceleri gökyüzündeydi beni kendilerine çekiyorlardı…
İfademin bir canavara avcıya katile ait olduğunu bilerek yüzümü kapadım.
Kendimi kontrol edebilmek için kapalı gözlerimin arkasına onun resmini
yerleştirdim sadece onun yüzüne odaklandım. Kemiklerinin narin yapısına beyaz
teninin inceliğine – sanki camın üzerine ipek gerilmiş gibi inanılmaz derecede
yumuşak ve kırılması kolay. Bu dünya için çok savunmasızdı. Bir koruyucuya
ihtiyacı vardı. Ve kaderin çarpık kötü yönetimiyle ben uygun olan en yakın şeydim.
Sert tepkimi anlayabilmesi için ona açıklama yapmaya çalıştım.
“Bu çok… zordu – ne kadar zor olduğunu hayal edemezsin – seni oradan alıp
onları… canlı bırakmak.” diye fısıldadım. “Jessica ve Angela’yla gitmene izin
verebilirdim; ama beni yalnız bırakırsan onları aramaya gitmekten korktum.”
Bu gece ikinci kez bir cinayet işlemeye niyetlendiğimi itiraf etmiştim. En
azından bu seferki savunulabilirdi.
Ben kendimi kontrol etmeye çabalarken o sessizdi. Kalp atışlarını dinledim.
Ritim düzensizdi; ama zaman geçtikçe düzenli olana kadar yavaşladı. Soluk alıp
verişi de alçak ve düzenliydi.
Kıyıya çok yakındım. Onu eve götürmem gerekiyordu… önce…
O zaman o adamı öldürür müydüm? Bella bana yine güvenirken bir katile
dönüşür müydüm? Kendimi durdurabilmenin bir yolu var mıydı?
Yalnız kaldığımızda son teorisini söyleyeceğine söz vermişti. Duymak istiyor
muydum? Bunun için heyecanlıydım; ama merakımın sonucu bilmemekten daha
kötü olur muydu?
Her şekilde bir gece için yeterince gerçek öğrenmiş olmalıydı.
Ona tekrar baktım yüzü öncekinden daha beyazdı; ama toparlanmıştı.
“Eve gitmeye hazır mısın?” diye sordum.
“Buradan gitmeye hazırım.” dedi sanki basit bir ‘evet’ söylemek istediği şeyi
tamamen karşılamıyormuş gibi kelimeleri dikkatle seçerek.
Sinir bozucu.
Garson geri döndü. Bella’nın son cümlesini duymuştu bana ne
önerebileceğini merak ediyordu. Aklındaki bazı önerilere gözlerimi devirmek
istedim.
“Nasılız?” diye sordu bana.
“Hesabı alabiliriz teşekkürler.” dedim gözlerim Bella’da.
Garsonun soluğu tıkandı bir anlığına – Bella’nın deyişiyle – sesimden
büyülenmişti.
Bu önemsiz insanın kafasında sesimin nasıl duyulduğunu işittiğimde neden
bu gece bu kadar beğeni topladığımı anladım.
Bu Bella yüzündendi. Onun için güvenli daha az korkutucu ve insan olmaya
çok fazla çalışarak gerçekten şiddetimi kaybetmiştim. Kişisel dehşetim böyle dikkatli
bir şekilde kontrol altındayken diğer insanlar sadece güzellik görüyorlardı.
Kendini toparlamasını bekleyerek garsona baktım. Sebebini anladığım için
şimdi bir nevi komikti.
“Tabii.” diye kekeledi. “İşte.”
Fişin altına sıkıştırdığı kardı düşünerek hesabı uzattı. Üzerinde ismi ve telefon
numarası olan kardı.
Evet bu oldukça komikti.
Para hazırdı. Ona hesabı çabucak geri verdim o sayede asla gelmeyecek bir
telefonu bekleyerek vaktini harcamazdı.
“Üstü kalsın.” dedim bahşişin büyüklüğünün hayal kırıklığını azaltacağını
umarak.
Ayağa kalktım ve Bella hızlıca takip etti. Ona elimi vermeyi istiyordum; ama
bunun bir gece için şansımı biraz fazla zorlamak olabileceğini düşündüm. Gözlerim
onun yüzünden ayrılmadan garsona teşekkür ettim. Bella da eğlenceli bir şey bulmuş
gibi görünüyordu.
Dışarı yürüdük; yanında cesaret edebileceğim en yakın şekilde yürüdüm.
Vücudundan yayılan sıcaklığı kendi vücudumun sol kısmında fiziksel bir
dokunuş gibi hissetmeme yetecek kadar yakın.
Kapıyı onun için tutarken sessizce iç çekti ve onu neyin üzdüğünü merak
ettim.
Gözlerine baktım tam soracakken utanmış görünerek yere baktı. Bu beni
sormaya isteksizleştirse bile daha da meraklandırdı. Araba kapısını ona açıp içeri
girerken aramızdaki sessizlik devam etti.
Isıtıcıyı çalıştırdım – sıcak hava aniden soğumuştu; soğuk araba onun için
mutlaka rahatsız edici olmalıydı. Dudaklarında küçük bir gülümsemeyle ceketime
sokuldu.
Kaldırım ışıkları solana kadar konuşmayı erteleyerek bekledim. Bu onunla
daha yalnızmışım gibi hissettirdi.
Doğru olan neydi? Şimdi sadece ona odaklandığım için araba çok küçük
gözüküyordu. Kokusu ısıtıcının şartlarıyla büyüyüp güçlenerek girdap gibi döndü.
Arabada ayrı bir varlık gibi kendi gücüne ulaştı. Tanınma talep eden bir varlık.
Bunu başardı; yandım. Yanmak kabul edilebilirdi gerçi. Bana garip bir şekilde
yerinde gözüküyordu. Bu gece çok şey ele vermiştim – beklediğimden de çok ve o
hala buradaydı hala kendi isteğiyle yanımdaydı. Buna karşılık bir şey borçluydum.
Bir fedakarlık. Bir yanma adağı.
Eğer sadece burada tutabilirsem; sadece yanma ve başka hiçbir şey; ama zehir
ağzımı doldurmuş kaslarım umutla gerilmişti avlanıyormuşum gibi…
Böyle şeyleri zihnimden uzak tutmak zorundaydım ve dikkatimi neyin
dağıtacağını biliyordum.
“Şimdi” dedim cevabından duyduğum korku yanmanın keskinliğini alırken.
“Sıra sende.”