”Çenelerinden kopup fırlayan dişleri, sivri ve mosmor tırnaklarıyla soydukları derinin, kaslardan kanayarak ayrılması, bilek kemiklerinden yağ gibi sızmakta olan kanın dirseklerinde donakalması, ziyafet sofrasına dönen morg sedyesindeki parçalanmış cesedin son kırıntılarını da yalayan sivri dilleri ile beş ölü kadın, beşi de gözlüklü!”
Kömür karasına dönmüş gökyüzünün örttüğü mezarlıkta, silik tek bir ışık titriyordu. Taze defin görmüş mezarların yanından, sol bacağını sürüye sürüye ışığa yürüyen karaltı, sağ omzunu üzerine çökerttiği kürekten destek alırken, inliyordu.
Bu ses; ürkütücüydü, karanlığı yara yara ilerleyen veba gibiydi.
Arka bahçesindeki mezarlığa açılan morg kapısından karaltı, elli yıldır terk edilmiş hastaneye girdi ve eski kapı ardından gıcırdayarak kapandı.
Her adımda sürüklenen bir bacak, yere vuran kürek ve inleme sesiyle ilerleyen siyah pelerinli, kapüşonunu omuzlarına hızla indirdi.
Burnunun üzerindeki kara çerçeveli koca gözlüğünü düzeltirken yer yer beyazlamış, up uzun gri saçları lastikten kurtulup dağıldı, aldırmadı. Hastane koridorunun, gözleri kör edecek hızla yanıp sönen lambası, girmekte olduğu kapının üzerindeki yazıyı belli belirsiz aydınlattı: “MORG”.
Duvarlara yerleştirilmiş çekmecelerden, açık ve boş olanın etrafındakileri sırasıyla çekmeye başladı. Dördüncü çekmeceyi de çektiğinde içinde yatmakta olanlar, yavaşça ve kütür kütür kemik sesleri çıkartarak, doğrulmaya başladılar. Dört kadın, dördü de beşincisi gibi gözlüklü!
Pelerinli, kumaşın altında sıcak tutarak getirdiği kavanozu tekerlekli masaya bıraktı. Kenarlarından sızmakta olan kanın yapışkanlığına ve ıslaklığında zorlayarak sıkışmış kapağı açtı.
Birer birer ortadaki sedyeye uzanan kadınların üzerine eğilerek , kavanozdan çıkardığı taze ölü gözlerini, boş ve kararmış göz çukurlarına yerleştirdi.
Her biri – göz-lendikten sonra – doğrularak, masaya az önce bıraktıkları, büyük çerçeveli kara gözlüklerini, burunlarının üzerine yerleştirdiler.

Masanın etrafına oturan beş kadının, yüzlerinden etleri kısmen dökülmüş, elleri sadece kemikten ibaret gözlüklü silhuetleri, birbirlerine bakmaya ve beklemeye başladılar.
Sessizliğin hakim olduğu morgta yanıp sönen floresanın titreyişinin çıkardığı sesten başka bir ses duyulmuyordu.
Hiçliğin sesini, yaklaşmakta olan motorsikletin fren sesi bozdu. Israrla üst üste çalan kornaya kulak kabartmış gözlüklülerin, dudaksız çeneleri gülümser gibi oynadı.
İçlerinden yüzünde hala bir parça et ve deri kalmış olan pelerinli, ayağa kalkıp hastane kapısına doğru bacağını sürümeye başladı.
Karşısında, beş adet kutuyla bekleyen pizzacıyı kapıyı aralayarak içeri davet eden pelerinli, adamın arkasında kalarak, küreği kafasına indirdi.
Yere yığılan adamın elinden düşen pizza kutuları yere saçıldı. Ağır aksak oraya ulaşan diğer gözlüklüler de pelerinliye yardım ettiler.
Adamı morga taşıyarak sedyeye yatırdılar.
Çalışmakta olan testerenin sesi geceyi böldüğünde, kendine gelmekte olan adamın çığlıkları arasında başı boynundan ayrılıp yere düştü.
Her bir parçası gövdesinden ayrılıp parçalandığında, beş gözlüklü de masanın çevresine oturarak gece ziyafetlerine başladılar.
Çenelerinden kopup fırlayan dişleri, sivri ve mosmor tırnaklarıyla soydukları derinin, kaslardan kanayarak ayrılması, bilek kemiklerinden yağ gibi sızmakta olan kanın dirseklerinde donakalması, ziyafet sofrasına dönen morg sedyesindeki parçalanmış cesedin son kırıntılarını da yalayan sivri dilleri ile beş ölü kadın, beşi de gözlüklü!
Ölü beyazı floresan, şapırtı ve çiğneme sesleri arasında bir kez daha titreyerek, duvardaki takvimin ertesi gün tarihini aydınlattı.
Üzerinde titrek çizgilerle, “Çin Yemeği” yazıyordu.