Filistin Meselesine Tarihsel Bakış



Önümüzdeki süreçte “Suriye’nin ardından sıra İran’a mı geliyor? Tartışmaları daha da alevlenmeye başlayacaktır.

Ancak sıra İran’a değil; İsrail’e geliyor! İsrail Ortadoğu’da İran’a karşı her zaman denge unsuru olarak var olacaktır, bu aşikâr. Lakin eğer Obama’nın bölgeye yönelik “yumuşak huylu” ve “Amerika bölgede hiçbir inisiyatif almıyor diye serzenişte bulunulan” bu süreç, taktiksel ve merkezcil bir manevraysa; İsrail de bundan nasibini alacaktır ve nitekim almaktadır.”

Filistin Sorunu genel olarak ifade edecek olursak, Osmanlının son dönemlerinde temellenme imkanı bulan, Birinci Dünya Savaşı sonunda gelişme evresini tamamlayan ve İkinci Dünya Savaşı sonrası doğan ve sorun olarak devam eden bir süreçtir.

İsrail’in bölgede kurulmasıyla bölgeyi kan çanağına çeviren bu süreçte Filistinliler onlarca yıl, İsrail’in menfur mezalimleri karşısında yalnız bırakılmıştır.

Buna ek olarak bu yalnız bırakılışlarını Filistin topraklarından dışarıya duyuramamışlardır. Dolayısıyla bu kaderine terkediliş mes’elesine bütün dünya duyarsız kalmıştır.

Dünyanın bu sessiz kalışına en büyük haykırışı yine Filistinlilerin sessiz ve masum ayaklanmaları olmuştur.

“İntifada” olarak tarihe geçen bu anekdot başta Avrupa olmak üzere bütün dünyanın ilgisini Filistin’e yöneltmiştir. İşgal altında büyüyen Filistinli gençler 1987′nin Aralık ayında İsrail’e karşı ayaklandılar.

Filistin halkının Siyonist İsrail’e ve işgale karşı başlattığı bu ayaklanma “fırlatıp atma” ya da “devirme” anlamlarına gelen bir “Yurttaş Ayaklanmasıdır”.

Hareket ilk başta, bir İsrail kamyonuyla Filistinli işçileri taşıyan iki kamyonetin çarpışmasının ardından dört Filistinlinin öldürülmesi üzerine ortaya çıktı.[1]

Ayaklanma kısa sürede işgal edilmiş toprakların tamamına yayıldı.

Önce İsrailli askerlerin taşlanmasıyla başlayan olay daha sonra yollara barikatlar kurma, lastik yakma, askeri araçlarla yollar kapatma gibi eylemlerle devam etti.

Başlangıçta bölgesel olan bu direniş kısa zamanda Batı Şeria’ya ve Gazze Şeridi’ne yayıldı.

Siyasi açıdan bir çıkmazın içinde olan Arafat bu hadiseyle adını yeniden duyurmayı başardı. İntifada sayesinde Arap dünyasında ve uluslararası arenadaki prestijini yeniden kazandı.

Böylece bir süredir geri planda olan Filistin çözüm sürecini yeniden dünyanın gündemine taşıdı.

FKÖ de intifadanın kazandırdığı güç ve güvenle diplomatik girişimlerine hız vermeye başlayarak 15 Kasım 1988′ de Cezayir de Filistin Devleti’nin kuruluşunu ilan etti.

1988′e gelindiğinde FKÖ iki devlet politikasını benimseyerek, Batı Şeria ve Gazze’yi kapsayan bir devlet ilan etti. Arafat’a göre Doğu Kudüs başkent kendisi de devlet başkanı olacaktı.

Bu sembolik ilanın hayata geçmesinin ABD ve İsrail ile anlaşmaktan geçtiğini bilen Arafat, uzun bir aradan sonra ABD ile yeniden temasa geçti.

ABD’nin FKÖ’yü tanıması durumunda kendinden istenilenleri yapacağını belirtti.

Temkinli davranan ABD, FKÖ’yü tanımadan önce Arafat’ın 242 sayılı BM kararını kabul etmesini, İsrail’i tanımasını ve terörizmi reddetmesini istedi.

Cenevre’de toplanan bu kurulda Arafat kendinden istenilenleri dolaylı da olsa yerine getirdi ve ardından şu açıklamayı yaptı: “Ortadoğu’daki çatışmanın tüm taraflarının barış ve güvenlik içinde yaşama hakları olduğunu tanıyoruz.

Unutulmasın diye terörizmin her biçiminden vazgeçtiğimi tekrarlıyorum.”[2]

1991 Ekim’inde Madrid’de Filistinliler ile İsraillilerin katıldığı bir konferans düzenlendi.

Ancak o dönemde Saddam’a verdiği destekten dolayı dışlanan Arafat konferansa katılamadı ve dolayısıyla karşı tarafın bütün isteklerini yerine getirmek için hazır durumdaydı.

Arapların ve İsrail’in doğrudan görüşmeleri açısından sembolik bir öneme sahip olan bu konferansın ardından görüşmeler devam etti.

Madrid Konferansı’ndan sonra İsrail ve Filistin görüşmelere yeniden başladı.

Ayrıca İsrail, işgal altındaki topraklardaki durumu ya da İntifada ile oluşan ayaklanma ortamını kontrol altına alabilecek tek kurum olarak FKÖ’yü gördü.

Gazze ve Eriha’nın verildiği Oslo Anlaşması “Sözde Barış Süreci’nin” başlangıcı oldu.

1991′de başlayıp 2000 yılına kadar yapılan görüşmelerde Kudüs, Filistinli mülteciler, sınırlar ve Yahudi yerleşimciler gibi konularda anlaşmaya varılamadı.

Zaten barış süreci boyunca her ne kadar bağımsız bir Filistin Devleti kurma amacı dile getirildiyse de anlaşmaların kurallarına bakıldığında İsrail’in çıkarları gözetiliyordu ve bu durumun üzerine Arafat eğer ciddi görüşmeler gerçekleşmezse Filistin Devleti’ni ilan edileceğini açıkladı.

Verilen tavizler dolayısıyla Arafat’ın görüşmelerden bir şey elde edemeyişi üzerine barış sürecine muhalif gruplar ortaya çıktı.[3]

17 Eylül 2002 ‘de ise Ortadoğu Dörtlüsü(ABD, Rusya, BM ve AB) kalıcı bir barış için ilk yol haritasını açıkladı.

Ancak tarafların yoğun tepkisiyle karşılaştı ve o dönemde FKÖ başkanlığından çekilen Arafat’ın yerine Mahmut Abbas geldi.

Aynı gün yol haritası düzeltildi ve yeniden taraflara sunuldu. Ancak diğer görüşmeler gibi bu da askıda kalmıştır.

Bu zaman kadar olan süreçte vurgulanması gereken en önemli unsur ABD’nin bölgeye yönelik izlediği dış politika stratejileridir.

Amerika Birleşik Devletleri Ortadoğu’da hakimiyet kurmaya başladığı 1960’lardan bu yana “eli sopalı” bir strateji izlemiştir.

Dolayısıyla bölgedeki hakimiyetini tescillemek adına, İsrail’in bölgede uyguladığı her politikaya göz yummuş ve bir adım daha ileri gidersek bizatihi destek olmuştur.

Durum böyle olunca, bırakın İsrail-Filistin barış sürecinin başlamış olmasını, var olan sorunlar daha karmaşık hale gelmiştir ve onarılamaz hasarlar meydana getirmiştir.

Obama yönetimin iktidara gelmesiyle birlikte Amerika’nın Ortadoğu’da izlediği stratejiler de radikal bir değişim göstermiştir.

Bölgeye yönelik politikalarını daha dolaylı, yumuşak ve dengeleyici bir imaj çerçevesinde uygulama stratejisi bunlardan birisidir.

Özellikle Arab Baharı, olarak adlandırılan süreçte gösterilen tavır, Mısır’da gösterilen politik irade ve Suriye’de hala devam eden süreçte izlenen stratejiler bu konuda anlaşılabilir örneklerdir.

Son olarak İsrail’in Türkiye’den özür dilemesi hadisesi Ortadoğu’da iplerin ve kontrolün hala ABD’nin elinde olduğunun çok açık göstergesidir.

Önümüzdeki süreçte “Suriye’nin ardından sıra İran’a mı geliyor?

Tartışmaları daha da alevlenmeye başlayacaktır.

Ancak sıra İran’a değil; İsrail’e geliyor! İsrail Ortadoğu’da İran’a karşı her zaman denge unsuru olarak var olacaktır bu aşikâr.

Lakin eğer Obama’nın bölgeye yönelik “yumuşak huylu” ve “Amerika bölgede hiçbir inisiyatif almıyor diye serzenişte bulunulan” bu süreç taktiksel ve merkezcil bir manevraysa; İsrail de bundan nasibini alacaktır.” Dolayısıyla ilerleyen süreçte, Filistin’in hak ettiği statüye erişebilmesi noktasında olumlu adımlar bir bir gelecektir.

Mustafa KESKİN

Dipnotlar


1) Tony Seed,Birinci İntifada’nın 16.Yıldönümü,s.436-439

2) Ömer Turan,Tarihin Başladığı Nokta Ortadoğu,s.197

3) Hamas(İslami Direniş Hareketi),Filistin İslami Cihad,Halk Kurtuluş Cephesi,Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe