11 Mayıs 1955 yılında, rahmet sağanağının çileyle yoğrulduğu bir ilkbahar gününde Diyarbakır’da dünyaya gelir. Gelir gelmesine amma, “Seyahat Yâ Resulullah” yakarışlarının muhatabı misali değişik coğrafyalarda gezinip durur. Diyarbakır’dan başlayan yolculuğun ilk durakları Siirt ve Malatya olur. Baba Haydar Hatipoğlu Hocaefendi’nin evdeki manevi öğretilerinin yanında, okul sıralarında geçen zaman; artık Nihat Hatipoğlu’nu gençlik kapısının önüne sürüklemiştir. Yıl 1975’i gösterdiğinde durak Uşak, eğitim mekanı ise Uşak İmam Hatip Lisesi’dir. Hatipoğlu uhrevî iklimin gölgesinde adımlarını attığı Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni 1981 yılında tamamlar. Aynı fakültede Hadis Anabilim Dalı’nda “Kur’an-ı Kerim’in Anlaşılmasında Hadislerin Rolü” adlı çalışmasıyla “Doktor”, 2000 yılında da “Doçent” olur. 1985-1987 yılları arasında bu sefer Mısır yollarına Arapça eğitimini almak üzere düşen Hatipoğlu, bir müddet İmam Hatip ve Kur’an Kurslarında yöneticilik görevinde bulunur. Bugün, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı olarak hizmetlerine devam etmektedir.

Kalpleri firar ettiren yakarış...

Resulullah (s.a.v.)’a komşu olan bir babanın evladı olmak kolay değildi. Üstelik hoca babaya da söz verilmişti; “Senin bize öğrettiğin çizgin, “Kitap” ve “Sünnet”in ölçüsü nefesim çıkıncaya kadar devam edecek” diye. Kolay değildi, bütün dini sahalarda hüccet olan ilmiyle Ezher ulemasını bile şaşırtan bir babanın evladı olmak. Kolay değildi, yanında Resulullah (s.a.v.)’ın ismi zikredildiğinde saatlerce hüngür hüngür ağlayan Peygamber aşığının talebesi olmak. Bu bilinci hayatının her anında sindire sindire yaşamaya çalışan Hatipoğlu, “Emri’bil maruf, nehy-i anil münker”e ittibanın örnekleri, Resul-i Ekrem (s.a.v.) ve sahabelerin hayatlarını anlatarak ifâ etmeye başlar, bundan 10 yıl kadar önce. Yer Ankara, mekan ise Peygamber aşığının hislerini arşta dalga dalga yayan radyo evleridir. Hatipoğlu, bu radyolardan “İki Cihan Sultanı Resulullah”ı (s.a.v.) ve “Asr-ı Saadet”i değişik bir lezzet eşliğinde başlar haykırmaya. Bu haykırışa kulak verenlerin kalpleri buruk, başları eğik, gözleri ise yaşlıdır çaresiz... Hz. Ömer(r.a.)’in torunu, Peygamber aşığı Hatipoğlu’nu, Hüzün Peygamber’i ve Asr- Saadet mü’minlerini anlatışı karşısında, O’nu tanıtmaya çalışmak ne kadar yavan kalıyor değil mi? Dilerseniz Nihat Hatipoğlu’nun beslendiği kaynaktan günümüze uzayan manevi serüvenini biraz da kendi ağzından dinleyelim...


Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i ve Asr-ı Saadet yıllarını anlatışınızdaki ruh halini size aşılayan hocanızı, yani babanızı, yani Resulullah’ın komşusu Haydar Hatipoğlu Hocaefendi’yi biraz anlatır mısınız?

Kur’an ve sünnetin ölçüleri neyse onu uygular ve uygulattırırdı. O kadar toleranssız bir hayatı vardı. Küçüklüğümüzden beri biz onu; hep Kur’an-ı Kerim okuyan, hadislerle meşgul olan, gece teheccüdlerini kaçırmayan, Allah’ı ve Peygamberi sevdirmeye çalışan biri olarak gördük. Babalıktan çok, eğitici ve öğretici yönüyle etkiledi hep bizi.

Fakat babamda ön plana çıkan şey; İslamî şuur ve sevgi şuuruydu. Sanıyorum Allah(c.c.) ve Hz. Peygamber(s.a.v.)’imize olan sevgisi, bize olan sevgisini de kat kat fazlalaştırdı. Bize olan ilgisi sadece evlat sevgisi gibi değil, evlatlarının ahirette sıkıntı görmemesi şeklinde de hayatımıza yansıdı. Onu öyle anladı ve öyle uygulattı bize. Hayatı çok sadeydi. Güler yüzlü ve merhametliydi. Önüne gelen herkese tebessüm ederdi.*

Daha sonra Hz. Peygamberin hayatını okuduğumda gördüm ki; Hz. Peygamberin izdüşümünü takip etmeye çalışan bir muhibbi, bir divane, sanki öyleydi. Hakikaten Resulü Ekrem’i adım adım takip etmeye çalıştı. Müthiş bir birikimi vardı. Dört mezhebi mukaren olarak bilirdi. Yani dört mezhebin tümünü karşılaştırmalı olarak da bilirdi. Usulleri çok iyi bilirdi. Fakat fetva verirken de takvayı esas alırdı. Ruhsatı değil, azimeti esas alırdı. Tasavvufun kâmil bir insanda görmek istediği şeyi, adı konmamış şekilde biz onun hayatında görürdük. Adı konmamıştı belki. Adını koymayı istemiyordu. Bazı şeyler onda sır halde kalıyordu. Mesela odasına çekilirdi, bizden uzak şekilde. Sabah namazından sonra odasına gittiğimizde seccadesinin ıslak olduğunu görürdük.

İbn-i Mace’nin bitişiyle gelen ayrılık

Babanızın İbn-i Mace’yi şerhederken yaşadığı ruh halinden biraz bahseder misiniz?

Bizim mana literatürümüzde, keramet dediğimiz bir çok şeyi biz görüyorduk onda. Mesela bir örnek anlatayım. Hadis çalışırken kitaplarını salona koyar ve gider odasında yatardı. Geceleyin teheccüde kalkmak için.*

Annem anlatıyor: “Gece bir ihtiyaç için kalktım. Baktım ki, salonun ışığı açık. Salona girdiğimde ‘Seyda hâlâ yatmadın mı?’ dedim. Saat sabahın 3-4 civarı. Baktım ki, kitabının başında birisi oturuyor. Babana benziyor, fakat baban değil. Bana baktı gülümsedi.”

Annem bunu görünce bağırarak kaçıyor. Annemin bağırmasıyla hepimiz uyandık. Babam rahmetli odasından çıktı. “Hatun ne oldu?” dedi. Annem cevaben: “Hem oradasın, hem buradasın!” Bunun üzerine babam anneme: “Sus, sus” dedi. Bu halleri çok vardı.

İbn-i Mace’yi şerhederken tereddütü olduğunda lügatlere bakar, ama kalbi mutmain değilse istihareye yatardı. Ve gece geç saatlerde kalkar yazardı.*

Son hadis sözünü bitirdiğinde, baktık babam hüngür hüngür ağlıyor. Neden ağladığını sorduğumuzda: “Babanız diyor ki; ‘Hanım şimdi ben ne yapacağım? Çünkü ben her gece Hz. Rasulullah (s.a.v.) ile beraberdim. Şimdi nasıl ağlamayayım?” diye hüzün gözyaşları döküyordu. Ben o muhabbetin boş olmadığı kanaatindeyim.

“Ben Resulullah’a dilekçe verdim...”

25 Mayıs 1995 tarihinde Türkiye’ye dönmek için Medine havaalanına giderken durmadan Ravza-ı Mutahhara’ya bakan ve sonunda “Sevgililer Sevgilisi”ne kavuşan babanız Haydar Hocaefendi’nin hayata gözlerini yummadan önceki hallerini bizimle paylaşır mısınız?

Bir gün İbn-i Mace’yi şerhederken ona ben katiplik yapıyordum. O esnada çok ilginç bir hadisle karşılaştım. “Kimin gücü yetiyorsa Medine’de ölsün. Çünkü ben Medine’de ölene mutlaka şefaat ve şehadet edeceğim” diyordu, hadis-i şerifte Hz. Peygamber.

Babama, “Nasıl ölsün?” diye sorduğumda: “Oğlum, Allah-û Alem insan hastalanırsa oradan çıkmasın, orada ölsün” dedi. Babamızın bize müthiş bir sevgisi vardı. Ama Resulullah’ın sevgisi daha ağır bastı. Bazı insan lütuf kapılarını zorlar ya. Lütuf böyle tecelli eder mi, diye. Ben hep onu Medine konusunda öyle gördüm.*

İlginç bir örnek aktarayım. Vefatından önce bir şey yazmış. Ben o sırada Almanya’daydım. Daha önce defalarca Hacca gitmesine rağmen beni vekil tayin etmişti. Vaazında “Ben Rasulullah’a dilekçe verdim. Geçen senelerde kabul etmedi, bu sene inşaallah kabul eder” sözleri çok manidardır.

Biz kendisini ağabeyimle yolcu etmeye gittiğimizde ilginç bir hadise gelişti. Biz büyüdükten sonra bizi hiç öpmeyen babamız, elini başımıza sürer, “namazınıza dikkat edin” derdi. Bu defa elini öptüğümüzde, ağabeyim ve benim yanaklarımdan öptü. Dedi ki: “İstikametinize dikkat edin.”

Vuslat zamanı gelip çatıyor...

Babanız neden Türkiye’ye getirilmedi de, Medine’de Hz. Osman’ın hemen yanıbaşındaki Cennet’ül Baki’ye defnedildi?

Bu hususta bize çok şeyler anlatıldı. Ama musellem, doğrulanmış şeyler olmadığı için bunları anlatmıyorum. Ama şu mesele musullem. Yanındaki doktor anlatıyor:

“Oturduk, herkes uçağa alınıyor. Ama hocam kalkmıyor yerinden. Hocam kalkalım, dediğimde; ‘kalkarız, acele etme’ dedi. Bir müddet sonra ‘gel abdest alalım’ dedi. Abdest aldık. Daha sonra oturduk. Dalgındı. Ama rahatsızlık alameti yoktu. Bir ara dedim ki: “Hocam kaç defa Hacca gittiniz?” Bana döndü dedi ki: “Bundan sonra sayılmaz”. Ve birden sağ tarafa döndü birini görmüş gibi. Ondan sonra uzandı oraya. Ben figan edince, çevredekiler geldiler. Bu arada uçak da yarım saat gecikmişti. Fakat bütün araştırmalara rağmen pasaportu bulunamadı. Pasaportu bulunamayınca uçak onsuz hareket etti. Uçağın hareketinden kısa bir süre sonra tekrar bakıldığında ise pasaportu gömleğinin içinden çıktı.”

Yani orada gösterilmedi onlara. Orada kalsın diye. Ve Hz. Osman’ın yanıbaşına, Cennet’ül Baki’ye defnedildi.

Sözün sahibi değil, söz önemli

Fahri Kainat’ın adı anıldığında babanızın hep boğazının düğümlendiğini, hatta bazen saatlerce ağladığına şahid olduğunuzu söylüyorsunuz. Sizde gördüğümüz derin anaforlar, babanızda vuku bulan Kur’an ve Sünnet aşkının tecellisi mi?

Onların bereketidir zannediyorum. Onun için bazen insanlar şöyle güzel, böyle güzel konuşuyorsunuz dediklerinde, bundan rûhen rahatsız oluyorum. Çünkü sen konuşmuyorsun aslında. Mevlam sevdiklerinin hayatını aktartacak birilerine. O aktarıcının da hiç bir kıymeti olmayabilir. Önemli olan aktarılanların büyüklüğüdür. Sözün sahibi değil, sözün önemli olduğuna inanıyorum. Herhalde bu muhabbeti kazanmaya çalışmakla kazanılmaz bu. Bazı şeylerin kesbi değil, vehbi olduğuna inanıyorum. Rahmetli babam pek piyasaya çıkmadı. Gölgede kaldı. Gölgede kalmaya, tanınmamaya çalıştı. Yakınlarının dışında kimsenin de kendisini keşfetmesini istemedi hiçbir zaman.*

İmam-ı Şafii’nin dediği gibi; “Kimse bana nispet edilmesin, bütün iyi sözleri ben söyleyeyim.” Benim tarzım da odur. Ben istiyorum ki; İslâm’ı tebliğ edeyim, Hz. Peygamberi anlatayım, ama beni örnek edinmesinler. Biz örnek değiliz.

“İleride hadisler çok inkar edilecek...”

Sizi daha çok sesli ve görüntülü yayınlarla tanıma fırsatı bulduk. Yayınlanmış yazılı eserleriniz var mı?

Evet yayınlanmış 10 adet eserim var. Yazdığım kitaplardan “Kur’an-ı Kerim’in Anlaşılmasında Hadislerin Rolü”(Doktora, 1999 Ankara)nü babamın isteği üzerine yazdım. Rahmetli babam demişti ki: “İleride ‘hadisler’ çok inkar edilecek oğlum. Onun için o konuda yoğunlaş.” Ben de bu kitapta sünnetin delil oluşu konusunu ele aldım. Bir de en büyük hedefim babamın başlattığı ve bitiremediği tefsiri bitirmek. Konuşmalardan fırsat bulabilirsem tabi...

Nasipsiz kalanlara kucak açmal