Yeraltında herkes birbirine muhtaç
Almanya izlenimlerimi derlerken bende en çok iz bırakan hikayeleri seçtim. Öncelikle yeraltından notları, huzurevinde unutulanları ve mucizevi bir aşkı sizlerle paylaşmayı istedim. Onlar sadece Türkiye’den uzakta oldukları için değil, Almanya’da yaşayanlar için de gözden ırak hayatlardı. İnsanı baktığı manzara kör ediyor, nereye çevirse gözünü, dünyanın geri kalanı karanlıkta kalıyor.
Halbuki o karanlık bizim gözümüzü özlüyor. Bakalım da ışıtalım onu istiyor. Hüznünden haberdar olunmayı bekliyor. Kirpiklerimize dizilmeye talip. Bizim için yapabileceğiniz bir şey var m? diye soruyor.
Kuzey Ren Westfalya eyaletinin Wesel iline bağlı Kamp-Lintfort kasabasındaki Berkwerk West maden işletmesinin Rossenray kuyusu. Kakafonik bir bilmece gibi geliyor önce. Maden kelimesine dahi aşina değilim. Ömrümde bir ocağa inmişliğim yok. Yeraltı deyince kömür gelmez aklıma, yüzleri is karası yorgun işçiler gelmez. Ama davete icabet edeptendir. Toprağın derinlerindeki hayatı görmek lazımdır dünya gözüyle. Kaldı ki maden ocakları Almanya coğrafyasından silinmek üzeredir. O son madencilerin arasında Türkler de vardır, onların hatırını sormak lazımdır…
Gün doğmadan çok önce kalkıyoruz. Kendisi de bir madenci olan Duisburg temsilcimiz Ekrem Yıldırım, işçilerin sabah vardiyasına yetiştiriyor bizi. Derhal giysilerimizi değiştirmemiz lazım. Yerin altı çok otoriter. Daha en baştan saygı, ciddiyet ve itaat istiyor. Size verilen gri pamuklu çorap, iç çamaşırı, gömlek, ceket, fular, eldiven ve botları giymekle kurtulunmuyor. Başınızda ışıklı baret, gözünüzde kocaman gözlük, belinizdeki kayışa bağlanan batarya kutusu ve göçük olursa nerede bulunduğunuzu sinyal edecek bir alet edevat kalabalığını kuşanmadan madene biat etmiş olmuyorsunuz.

835 metre aşağıya asansörle inerken kendinizi astronot gibi hissediyorsunuz. “Bu işte bir tuhaflık var, göğe çıkmam lazımdı” diye düşünüyorsunuz. Ama kendi yabancılığınıza değil, çevrenize yoğunlaşmanız gerek. Her biri yirmişer kişi alan üç katlı asansörde, sizinle birlikte altmış işçi iniyor, altmış işçi çıkıyor. Karanlıkla, boşlukla, rüzgarla tanışıyorsunuz. Yerin altına kadınların girmesi uğursuzluk sayılıyor. Size dikilen gözlerden kurtulmaya çalışıyorsunuz. İndiğiniz yerde havalandırmanın kuvvetinden üşümeye devam ederek, dörder kişilik küçük vagonlardan oluşan bir trene biniyorsunuz. Hani lunaparklarda çocuk trenleri olur ya, üstü kapalı, yanları açık, işte öyle ama neşelenemiyorsunuz. Karanlık bir tünelde çuf çuf gidiyorsunuz. Bir süre sonra iniyorsunuz. Şimdi yürüme zamanı. Hava sıcaklaştı, yerler kaygan, makinelere, duvarlara vurmamak için azami dikkat göstermeniz gerekiyor. İki km yolunuz var, çok yavaş ilerleyebiliyorsunuz ve her adımla üstünüzdekiler bir, iki, üç ton çekiyor sanki.
Kafanızdaki lambanın aydınlattığı yerde kömür ve taş tozlarının uçuştuğunu görüyorsunuz. Bu adamlar her gün bunu soluyorlar. İnsanda ciğer mi kalır, mide mi kalır ve hatta cilt mi, kalp mi, göz mü kalır diyorsunuz. Ter içindesiniz. Bir bilgisayar görüyorsunuz, çelikle kaplanmış emniyet için. Başında sizi biraz dinlendiriyorlar. Biraz ama. Oysa sonsuza kadar dinlenmek istiyorsunuz.
Korkunuz heyecanınızla yer değiştiriyor. Durum dehşet yani. Yer yarılmış, siz içine girmişsiniz. Kömürden duvarlara bakıyorsunuz, ızgarayla kaplanmış, aralarına beton döşenmiş taş düşmesin yolunuza diye. Tünelin tavanında ısıya duyarlı tanklar var yer yer. Eğer bir patlama olursa eriyor ve içlerindeki su yere boşalıyor. Bir tarafınızdan geniş lastik bantlar akıyor, tünel boyunca malzeme taşınıyor üstünde. Saniyede 3,2 metre hareket eden bu bantlara binsek, yürümesek artık diyorsunuz. Sağa sola yalpalıyorsunuz çünkü, nefesiniz daralıyor. Yasak diyorlar, o banta binebilmek için çok özel eğitim alması lazım, yoksa cesedinizi bile bulamayız diyorlar, kayıp düşersiniz, başınızı, kolunuzu makinelere kaptırırsınız, vs. vs. Ay tamam durun, ölmek istemiyorum, yürüyeceğim, yani sürüneceğim!
Sonunda sizin için seçilen güzergahı tamamlıyorsunuz. Yolunuzu bir canavar (!) kesiyor. Ulaştığınız noktada dev makinelerle çalışılıyor, uzun uzun anlatıyorlar ne yaptıklarını ama gürültü, sıcak ve takatsizlikten tam anlayamıyorsunuz. Herhalde yeni tünelleri bu makinelere açıyorlar diyorsunuz. Peki heyula gibi aletler nasıl indi buraya? Parça parça indirilip, aylarca uğraşıp aşağıda monte ediliyormuş. Tamam da bu kadar dar bir alana nasıl sığdı bunlar diyecekken, sanki gizli bir kamera işçilerin gözlerini, ellerini, sırtlarını yaklaştırıyor size. Su ve ateş görüyorsunuz onlarda. Su ve ateş birbirlerini yok etmeden yaşıyorlar bu bedenler üzerinde. Tenlerinin ısısını terleri söndüremiyor. Kahır ile sabır akıyor hücrelerinden.
Buraya kadar! Bundan ötesi kömürün asıl çıktığı yer. Oraya sokmayacaklar sizi. Sıcaktan, gürültüden, pislikten duramazmışız. Gözlerimizin akını bile kömür alırmış orada. Eskidenmiş o patlamalar, uzun yıllardır vukuat yaşanmamış ama tabii oluyormuş ölümcül talihsizlikler, çarpmalar, kayıplar vesaireler. Dönüş yolundasınız artık. İstikamet tünel, tren ve asansör. Otuz saniyelik enfiye molası. Size eşlik eden madenciler ceplerinden çıkardıkları minik bir kutudan bir tutam toz alıp burunlarına çekiyorlar. İkram ediyorlar. Hımm! Mentollü. Onlar rahatlamış olabilir ama sizi etkilemiyor.
Madenin ısıya duyarlı su tankları varsa, sizin de içinizde merhamete ayarlı bir duygu tankı var ve yavaş yavaş erimeye başlıyor. Aksi gibi çevrenizdekiler maden hayatını övüyorlar: “Herkes birbirine muhtaçtır burada. O yüzden yukarıda ayrım olsa da aşağıda herkes arkadaştır, milliyet yok, insanlık vardır. Kaza anında birbirine güvenebilmelidir insanlar. Babalarımızın işi daha zordu. Şimdi her şeyi makineler yapıyor. İyidir buranın havası, değişmez çünkü, tek mevsim vardır.”
Tek mevsim dedikleri de cehennem yani. Değişmezliği kutsamalarına mim koyuyorsunuz. Bu bir savunma mekanizması olmalı diyorsunuz. Aşağıda sekiz saat kalıyorlar. İki saati inip çıkmada geçiyor. Bu çileye bir de durmadan değişen hava koşulları eklense hakikaten işleri daha da zor olurdu. Yukarısı, kaçırdıkları nimetlere, mesela temiz havaya, ışığa, çiçeklere karşılık, her şeyin sürekli değiştiği tekinsiz bir yer. Yukarıda ne olursa olsun aşağıda her şeyin aynı kalmasından daha rahatlatıcı ne olabilir ki. Asansörden çıkarken fark ediyorsunuz, eldivenlerinizi, gözlüğünüzü, fularınızı kaybetmişsiniz ama duygularınız sapasağlam yerinde. “Hiçbir anne evladının madende çalışmasını istemez” diye haykırmak istiyorsunuz. Gizli tankınız iyice erimiş, su fışkırtıyor kalbinize. Minibüse binmek için dışarı çıktığınızda güneş söndürüyor gözyaşlarınızı.
Vakit çoktan öğleden sonraya devrilmiş. Minibüs bir bekleme salonuna getiriyor sizi. İşte sizinle birlikte sabah vardiyasından çıkan madenciler. Aşağıda yedikleri toz yetmiyormuş gibi çıkar çıkmaz sigaraya sarılıyorlar. Sekiz saattir içmiyorlar ya, acısını birini söndürüp diğerini yakarak giderecekler! Kahve de bir kışkırtıcı ki… Biraz sohbet ediyorsunuz. Sonra başka bir minibüs gelip, giysilerinizi değiştirmeye götürüyor sizi. Aynada kendinizi tanıyamıyorsunuz. Yıkan yıkan, kömür karasından kurtulamıyorsunuz.
Hepimiz gizli gizli iş arıyor, bulamıyoruz
Milli takım oyuncusu Yıldıray Baştürk’ün ağabeyi Ahmet Baştürk ile tanışıyorum. Futbolu hobi olarak oynuyormuş, kardeşi gibi para için değil. 12 yaşındaymış Almanya’ya geldiğinde. Bugün 36 yaşında. 17 yıl dışarıda boyacılık yapmış, kokuya dayanamadığı için madenciliği tercih etmiş. Yukarıdan sadece havayı özlüyormuş ve uyumayı…
Ustabaşı Şeref Mutlu. Zonguldaklı. 39 yaşında. 14 yıllık madenci. Başka alternatifi yokmuş. ‘Yeraltının en çok arkadaşlığını severim’ diyor, hiçbir zaman yolda bırakmazmış insanı. Katı kalpli olmak zorundaymış madenciler, yufka yürekle bu iş yapılmazmış. Yukarıda iş yapacak hali kalmıyormuş, sadece ışığı özlüyormuş.
İsmail Şengül. Erzincanlı, 22 yıldır çalışıyor, başka iş bulamayınca mecburen madenci olmuş. Fakat her gün 5-6 saat de taksicilik yapıyormuş. Çünkü ayrı olduğu eşine ve oğluna 250 Euro nafaka ödüyormuş. Yeniden evlenmiş, 3 çocuğu daha olmuş. Fakat bu evliliği de yürümüyormuş. Madende çalışmayan anlayamazmış onu…
Ercan Toprak. 33 yaşında, 17 yıllık madenci. “Kimse isteyerek madenci olmaz. Babamla birlikte geldik ya madene ya demir çelike girecektik. Burada yüzde 90 herkesin babası da madenci. Babalar bitmiş, bel, diz, kol, ciğer iflas. Sıra oğullarda.” diyor. Aşağıda en zor şey, emir kulu olmakmış. Üstünden aldığı talimata göre emrindeki 13 kişiyi görevlendiriyormuş. Kömürün kazındığı yerlerde çökme olmasın diye taşlara delik deliyorlarmış, kazı öncesi basıncı azaltmaya çalışıyorlarmış. Yerin altı Türkiye, Almanya fark etmezmiş, aynıymış ama teknoloji farkı varmış tabii. Türkiye’deki madenlerde şartlar daha ağır olduğu gibi kazanç da daha azmış.
Yüz ifadeleri ne kadar da benziyor birbirlerine. Kaygının fırçası çizmiş hepsini. Bu genç yaşta posaları çıkmış. Belleri, kalpleri, ciğerleri hasta. Çoğunun evliliği boşanmayla sonuçlanmış, alkole sarılmışlar. “Bu işe baş koyduk; ama geleceğimizi göremiyoruz. Ne zamana kadar çalışabiliriz? Bizi dışarıda başka bir işe almazlar. ‘Sende zaten iş bitmiş, başıma dert alamam’ der işveren. Çünkü iki sene sonra şikayetler başlayacak. Hepimiz gizli gizli iş arıyoruz, bulamıyoruz.” diyorlar. Yüzde 90′ı maden-ev- kahve ya da maden-ev-cami üçgeninde geçiriyor hayatını. Bu arada hata yapıp vaktinden önce işlerinden olmak istemiyorlar. Taksit taksit ölmeyi tercih ediyorlar yani. Şu anda ortalama 1500 Euro aylık alıyorlar, mesai yaparlarsa 1800′e kadar çıkabiliyorlar. Fakat her an topun ağzındalar. Çünkü devlet 2012′ye kadar bu madenleri tasfiye edecek. Bu süreçte 20 bin işçi işinden olacak. Erken emeklilik teşvik ediliyor. Mecburen kabul ediyorlar. Hepsi madenlerin kapanmasına karşı tabii. Çünkü yukarıda iş güvenliği yok. Wesel bölgesinde işsizlik oranı yüzde 20. İş bulunsa da en fazla bir yıllık sözleşme yapılıyor. Ya sonra?
Madende 35 bin kişi çalışıyor
Berkwerk West maden işletmesi bölgedeki diğer maden ocakları gibi devlet desteğiyle ayakta duran özelleştirilmiş bir şirket. Yıllardan beri azala azala 35 bin kişiye düşmüşler, bu yıl 12 milyon ton kömür üretecekler. Devlet 2012′de işçi sayısının 18 bine, üretimin ise 9 milyon tona düşmesini istiyor. İşletme bunu yapmazsa devlet verdiği tüm desteği kesecek. Bizim indiğimiz kuyuda 482 Türk işçisi çalışıyor. 2981 kişilik Alman grubundan sonra en büyük grubu Türkler oluşturuyor. Az sayıda Yugoslav, Avusturyalı, Fransız, İtalyan, Hollandalı, Faslı, Bosnalı işçi var. Sendika temsilcisi Ali Osman Akkaya’ya göre burası aynı zamanda bir okul. Türk çocukları kaynakçı, elektrikçi, makineci olarak yetiştiriyor.
İthal kömürden daha pahalı
Sosyal Demokratlar (SPD) maden ocaklarının varlığını sürdürmesini istiyor. Hıristiyan Demokratlar (CDU-CSU) ve bağımsızlar (FDP) ise maden ocaklarının kapatılmasından yanalar. Almanya’da üretilen kömür, ithal kömürden çok pahalı. Bu, Alman maden ocaklarında emniyet tedbirlerine çok yatırım yapılmasından kaynaklanıyor. 2012′den sonra büyük bir ihtimalle sadece 4 veya 5 maden ocağı kalacak. Onlarda da Alman sanayiinin madenlerle ilgili ürettiği makineleri deneyecek ve 3. dünya ülkelerine pazarlayacak. Diğer bir ifade ile teknoloji fuarı işlevini görecek.
Şımartılmayı hak ediyorlar
Madenci eşleriyle konuşuyorum. Madencilerin içe kapanık olmaları, eşlerine ayıracak vakitleri kalmamaları, metroya dahi binmek istememeleri hiç şaşırtmıyor beni; ama karanlıktan korkmaları, yatak başlarında gece lambası istemeleri var ya bilemezsiniz bana nasıl dokunuyor. Çamaşırlarının yeterince beyazlamadığını, tenlerinden is kokusunun çıkmadığını, tükürüklerinin simsiyah olduğunu öğreniyorum. Aslında şımartılmayı hak ediyorlar diye düşünüyorum. Eşlerden biri yeraltına inmiş,. “Senin kazandığın paraya el süremem ” demiş yukarı çıkınca. Kocaları aşağıdayken onları endişe ile bekleyen, ama “gel gör nasıl bir yerde çalışıyorum” dediğinde bunu reddedenler de var tabii.
Nuriye Akman


Etiketler: Almanyadaki maden işçilerimiz, Almanyadaki Türkler, yazı dizileri