Yok yahu ironi falan değil, bildiğiniz "çöp ev" de laptopu sığdıracak bir alan buldum da selam çakayım istedim siz sevgili okurlarıma. Hani gazetelerde gördüğümüz çöp stoku yapılan evlere, kafamızı "vah vah" anlamında sallarız ya iki yana, işte ben sabah beri aynı hareketi tekrarlıyorum. Otomatiğe bağladım, gayri ihtiyarı şimdi yazarken de sağ- sol yapıyor kafam. Arabaların arka camlarındaki fino köpekler gibiyim.

Gecenin bir yarısıydı... Uyumadan önceki diş fırçalama ritüelim esnasında tuhaf bir kaçma sendromuna tutuldum. İçim içimi yiyiyor. Şöyle habersizce alıp çantamı kaçsam.... Şeytani gülümsememi görmezlikten gelmedim ve çabucak ağzımdaki köpükleri durulayıp ( ki kudurma halleri sezinleniyordu ) gardıroba daldım. Ütü istemeyen, zayıf gösteren! birkaç parça eşyayı seçip tıkıştırdım minik valizime. Telefonun şarj aleti, kulaklığı, makyaj setiyle tamamlanan hazırlığımın ardından salona geçtim. Koltukta uyuklayan kocama bakıp; " sabaha beni bulamayınca ne yapacaksın acaba?" bakışı fırlatıp, sinsi adımlarımla yatağa yöneldim.

Kendimi öylesine şartlamışım ki ezanla uyandım. Erken kalkan yol alırmış. Artık yola çıkmam elzemdi. Oysa geceki hazırlığım sadece oyun gibiydi. Kendi kendimi eğlendirdiğim bir oyun Kahvaltıyı kimin hazırlayacağı kavgasına olan kızgınlığım sebepti. Niyetlenip gidememek, valizi geri boşaltmak en sık yaptığım iştir. Bu defa kararlıydım galiba. Gidiyordum...İstanbul planım yatalı beri kaçış arzularım depreşmişti.Mutlaka atmalıydım kendimi yosun kokan bir sahile. Boğaz olmadı madem, öyleyse Kordon'a razı gelmeliydim...

Otobüste yer olmama ihtimalini bile göz ardı etmiş, çoktan garaja varmıştım. Allahtan İzmir için beni bekleyen bir koltuk kalmıştı. Gelgelelim, ben otobüse binmeyeli kaç yıl olduysa son gelişmeleri kaçırmışım. Bir konfor bir konfor ki haftada bir seyahatimi getirecek. Kişiye özel ekranlardaki film seçenekleri, oyunlar, şarkılar, türkülerle harika bir sistem taşınmış yolculuklara. Çocuk gibi oynadım durdum dokunmatik ekranda. Kah film izledim, kah müzik dinledim. Ne yanımdaki romana ne de gazeteye bakabildim. Bir ara yaramaz veletler için düşünülmüş "arabalar" adlı animasyona bakarken buldum kendimi. "Görmemişin biri otobüse binmiş, bakın neler olmuş" başlıklı yazı dizimde anlatacağım gerisini...

Muğla'ya geldiklerinde titizlikleriyle beni diken üstünde tutan oğulcuklarıma bir nevi baskın yapıyorum. Karşılaşacağım manzarayı tahmin etsem bir ay öncesinden randevu alırdım da nerden bilebilirdim ki göreceklerimi... Apartman kapısından yayılan kesif kokuya aldırmadım çıktım merdivenleri. Gitgide keskinleşiyordu koku. Zile dokunmamla açılması arasındaki sürede nasıl ayık kalabildiğime şaşıyorum hala. Dört beş kediyi boğazlayıp mutfaktaki soğan poşetine sıkıştırmışlar da haftalardır atmaya fırsat bulamadıkları için çürümüş leşlerin kokusuydu nefes almamı zorlaştıran. Ayağımdaki çizme kirlenecek endişesiyle halıya basamadım bir müddet. "Kaç aydır süpürülmedi bu ev? " figanıma pek kulak asan olmadı. Mütemadiyen sırıtıyor olmaları ise kokudan kaynaklı bir kas hastalığı kanaatine vardım. Normal şartlarda hiçbir insan türü böylesine çöp yığınları arasında gülümseyemezdi zira.

Kaçmak!... Sonrasında gezme, olabildiğince kafa dinleme seyahatimin dönüştüğü kabusu özetleyebilir mi bilmiyorum ama size sadece buzdolabından iki battal boy kokmuş yiyecek attığımı söylemem yeterli midir? Kutu kutu sosisler, köfteler hep yarısı pişirilmiş, kalanı ise kokmaya terk edilmişler. Küflenmiş peynirleri, limonları anlatamayacağım. Hala burnumu sıkıyorum ve kafamı bir sağa, bir sola sallıyorum....