Afyon hapishanesi
1948'in başlarında Said Nursi ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon il merkezine götürülmüş, bir hafta kadar bekletilerek sorgulamaları yapılmış ve ardından da cezaevine sevk edilmişlerdir. Bir yandan mahkeme devam ederken bir yandan da Afyon cezaevinde tutuklu bulunan Bediüzzaman ve talebelerine yapılan baskılar giderek artmıştır. Bu dönemde artık hasta ve yetmiş yaşında olan Said Nursi, 60 kişilik büyük bir koğuşta tek başına bırakılmış, soğuk kış gecelerinde odanın kırık penceresi buz tutmasına rağmen başka bir yere nakledilmemiş ve tüm bunlara ek olarak birkaç defa da burada zehirlenmiştir. Cezaevi tabibi, salgın hastalıktan korumak için aşılama bahanesiyle damarına en kuvvetli zehirlerden şırınga etmiştir. Zehirin etkisiyle ateşler içinde ciddi rahatsızlıklar yaşayan Bediüzzaman, yalnız ve soğuk koğuşunda kimseyle görüştürülmemiş, hapishanedeki talebelerinin kendisini ziyaret etmesine bile müsaade edilmemiştir. Ancak, Nur Talebeleri burada da hapishaneyi medreseye dönüştürmeyi başarmış, mahkumlara Kur'an-ı Kerim ve Risale-i Nur dersleri vererek onlardan birçoğunun imanına vesile olmuşlardır. Bediüzzaman ise içerisinde bulunduğu bütün bu ağır ve zor şartlara rağmen yazmaya devam etmiş, Ondördüncü ve Onbeşinci Şuaları burada yazarak Risale-i Nurların telifini tamamlamıştır.
Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır.
(Nisa Suresi, 124)
Said Nursi hapishane günlerini, bu dönemlerde kendisine kasıtlı olarak yapılan zulüm ve eziyetleri, haksız uygulamaları şöyle anlatmaktadır:
Pek adi bahanelerle zemherinin en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek (tutuklayarak) büyük ve gayet soğuk iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutak içinde (tamamen tek başına bırakarak) hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zâfiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken inayet-i İlâhiye (Allah'ın yardımı) ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti (oluştu). Mânen: 'Sen hapse, Medrese-i Yusufiye namı vermişsin (sen hapse Yusuf medresesi demişsin). Hem Denizli'de sıkıntımızdan bin derece ziyade, hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı (başarıları, zaferleri) gibi neticeler, size şekva (şikayet) yerinde binler şükrettirdi. Hem bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi; o fani saatleri bakileştirdi. İnşâAllah bu üçüncü Medrese-i Yusufiyedeki musibetzedelerin (zulme uğrayanların) Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek.(92)
Güya büyük bir suç işlemişim diye benim pencerelerimi mıhladılar (çivilediler). Ve duman beni sıkıyordu, bir pencereyi bırakmadım ki mıhlansın. Şimdi onu da mıhladılar. Hem hapis usûlü tecrid onbeş gün kadar olduğu halde, beni üç buçuk ay tecrid-i mutlakta (tamamen tek başıma bırakarak) hiçbir arkadaşımla temas ettirmediler. Hem üç aydan beri benim aleyhimde kırk sahifelik bir iddianame yazılıp bana gösterildi. Yeni hurufu (harfleri) bilmediğimden, hem rahatsız ve hattım çok noksan (yazım çok eksik) olmasından çok rica ettim ki, "Bana biri iddianameyi okuyacak ve dilimi bilen talebelerimden benim itiraznamemi yazacak iki adama izin veriniz" dedim; izin vermediler. Dediler, "Avukat gelsin, okusun." Sonra onu da bırakmadılar. Yalnız bir kardeşe dediler ki: "Eski hurufa (harflere) çevir, ona ver." Halbuki o kırk sahifeyi yazmak altı-yedi günde ancak olur. Bir saatte bana okumak işini, altı-yedi güne kadar uzatmak, tâ benimle kimse temas etmesin fikri ise, pek dehşetli bir istibdad (baskı) ile benim bütün hukuk-u müdafaamı iskat etmektir (bütün hukuki savunmamı hükümsüz kılmaktır). Dünyada, yüz cinayeti bulunan ve asılacak bir adam dahi böyle muamele göremez.(93)
Ancak Bediüzzaman yaşadığı bu zorlukları hiçbir zaman için sıkıntı olarak görmemiş, bu bakış açısını pek çok defa yazılarında da dile getirmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
"Madem biz kadere teslim olduk, bu sıkıntıları (hayru'l-umuri ahmezüha) (işlerin en hayırlısı en sağlamıdır) sırrıyla sevap kazanmak cihetiyle manevi bir nimet biliyoruz. Madem geçici dünyevi musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor. Madem hakkalyakin derecesinde (imanın en yüksek derecesinde) yakini bir kanaatimiz var ki, biz öyle bir hakikata hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir. Elbette biz, bu sıkıntılı haller ile müftehirane (iftihar eden), müteşekkirane (teşekkür eden) bir mücahede-i maneviye (manevi mücadele) yapıyoruz, diye şekva (şikayet) etmemek lazımdır."(94)
"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm (kendini beğenmiş) bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan (diğer kişilerle görüşmekten, onlara karışmaktan) menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye (akıl, zeka ile birlikte olan İslami yiğitlik) beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar (zalim, gaddar), en hunhar (zalim) bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem (kendimi alçaltmam, buna katlanmam). Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür. hiç ehemmiyeti yoktur. -Nitekim öyle oldu.- Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş (katılmış) olacaktı. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle (zorlukla), felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin îmanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünki, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüzbin, yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beşyüz bin demişti. Belki daha ziyade- îmanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah'a bin kere hamdolsun."(95)
Bediüzzaman'ın tüm bu zamanlar içerisinde yaşadığı zorlukları ve bunlar karşısındaki metanetli ve fedakar tavrını talebeleri şöyle dile getirmektedirler:
"Kış mevsimi. Her taraf donmuş Afyon'un çevreyle irtibatı kesilmiş demiryolu kapanmıştı. 15-20 gün şehre yiyecek, yakacak gelmemiş, sular akmıyordu. Hz. Üstadın pencereleri kırık dökük, döşeme tahtaları aralıklı, ısınmak mümkün değil. O gün Hz. Üstadı önünde bir gaz tenekesi, içinde bir miktar mangal kömürü, bir çaydanlık, çift battaniye altında iki kat olmuş halde gördüm."(96)
"Biz Üstad Hazretleri ile çoğu zaman görüşsek de, diğer talebeleri gibi çoğu hallerine muttali olmamız (bilmemiz) mümkün değildi. Şiddetli soğuklarda sobasız odada bulundurmak, öldürücü zehirler vermek gibi durumlara zaman zaman vakıf olurduk. Üstadı ızdırap içinde gördüm. Kim bilir, hangi eza ve cefanın hemen peşi sıra idiı Acip bir gün ve acip bir kış."(97)
Küçük, büyük infak ettikleri her nafaka ve (Allah yolunda) aştıkları her vadi, mutlaka Allah'ın yaptıklarının daha güzeliyle onlara karşılığını vermesi için, (bunlar) onlar adına yazılmıştır.
(Tevbe Suresi, 121)
"Diğer taraftan da, yaşlı ve hasta Bediüzzaman'a her türlü merhametsizce muamele layık görülüyor, hava almak için pencere kenarına bile yaklaştırmıyorlardı. Hapishanenin suyu alt katta olduğu için çoğu zaman Üstadı susuz bırakıyorlardı. Bütün bu muamelelere karşı, Üstad sabırla mukabele ediyor, beddua dahi etmiyordu.(98)
"Zaman zaman hapishaneye gider, Üstadı ziyarette bulunurdum. Bir sefer ki, ziyaretimde harareti 40 dereceye kadar çıkmıştı. Böylesi bir halde bile, yine telif (yazma), tashih işiyle meşguldu. Talebeleri yanında idi. Zaten kendileri de çok hastalık çekmişti."(99)
"Muazzez Üstadımız hakikaten çok zahmet çekti, zahmette rahmeti görüyordu. Herşeyden mahrumdu. Abdeshanesi (Abdest alma yeri) elli metre mesafede, üstü açık, elektriği yoktu. Kış kıyamet, evde bazen odunu dahi bulunmazdı. Barla'da kışın herşeyden mahrumdu. Yanında yalnız bir yumurta bulunur, ekmeğini mahallelerde yaparlar, fakat buna rağmen Üstad gayet memnundu."(100)
"Hocanın yemeğini ben veriyordum." "Bunun odasına kitap, kalem, kağıt ve ziyaretçi sokmayacaksın" dediler. "Olur" dedim. Kendisine götürdüğüm ekmekleri belki yetmiş parçaya bölüyor, birazını kendine alıyor, geri kalanını da "İbrahim kardeşim bunları talebelerime götür" diyordu. Bazen bu duruma çok hayret ediyordum."(101)