Kerbela ne anlama geliyor?
Kerbela günümüzde Irak sınırları içinde yer alan bir bölgenin adıdır.
Kerbela’yı önemli kılan; Hz. Muhammed’in torunu, Hz. Ali’nin oğlu üçüncü İmam Hüseyin’in 680’de Emevi halifesi Muaviye oğlu Yezid’in askerleri tarafından Kerbela’da şehit edilmesidir. Bu insanlık dışı katliam tarihe "Kerbela Olayı" olarak geçmiştir.
Kerbela Olayının Aleviler için önemi nedir ve Kerbela Olayı nasıl gelişti?
Kerbela olayı aradan asırlar da geçse unutulmayacak kadar derin, anlamlı, öğreticidir.
Kerbela, iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, lanetli ile kutsalın, karanlık ile aydınlığın hesaplaşmasıdır. İmam Hüseyin burada kutsallığı, mazlumu, aydınlığı temsil etmektedir.
Kerbela Olayı’nın kökeni Hz. Peygamberin veda hacı’na ve yazılmayan vasiyetine kadar gider. Bilindiği gibi Hz. Muhammed peygamberliğini açıkladıktan sonra İslamiyet hızla gelişti. Bu gelişme Mekkeli müşrikleri telaşlandırdı. Onlar Hz. Muhammed’e olmadık engeller çıkardılar. Hz. Muhammed bütün bu engelleri aştı. Hz. Muhammed bütün bu müşriklerin, putperestlerin çıkardığı sorunlar ve engellerle mücadelede en büyük yardımı Hz. Ali’den görüyordu. Hz. Ali Peygamberin yanında eğitim almış, İslamiyet’i ilk kabul etmiş ve ayni zamanda Peygamberin kızı Hz. Fatma ile evlenerek Peygamberin soyunun sürdürücüsü olmuştu. Hz. Ali Kuran’da geçen ve onlarca hadiste geçen Ehlibeyt’tendir. Ehlibeyt Hz. Muhammed’in ailesi demektir. Ehlibeyt Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den oluşmaktadır.
Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra İslam dini gelişmeye devam etti. O kadar gelişti ki, Mekkeli putperestler bile Müslüman oldular. İşte bu putperestlerin içinde Mekke’nin en zengin kişilerinden biri olan Ebu Süfyan da vardı. Ebu Süfyan ve benzerleri İslam’a Peygambere inandıkları için Müslüman olmadılar. Onlar gelişen İslamiyet’in maddi değerlerine sahip olmak için Müslüman oluyorlardı. Hz. Muhammed bütün bunları görüyor ve ona göre de önlem alıyordu. Hz. Muhammed çok açık bir şekilde kendisinden sonra Müslümanların önderinin (Halifesinin) Hz. Ali olması gerektiğini beyan etmiştir. Ama bütün bunlar hiçe sayıldı. Hz. Muhammed’in vefatından sonra bu eskinin putperest, müşrik bezirganları bir ara geçiş dönemi hazırladılar. Bu dönemde sırasıyla Ebubekir, Ömer ve Osman halife oldular. Daha sonraki dönemde ise Hz. Ali halife oldu. Hz. Ali’nin halifeliği daha baştan engellenmiş ve onun aşağılanması, yiğitliğinin, fedakârlığının basitleştirilmesi sağlanmıştı. Hz. Ali bütün bu oyunlara karşı doğru bildiği Hak yolundan şaşmamış, dünya malına, paraya pula tamah göstermemişti. Hz. Ali kendisine yapılan onca haksızlığa karşın sabır göstermiş, İslam toplumunun içine nifak sokulmasın diye, kan dökülmesin diye insanları doğruluğa davetini sürdürmüştür. Ama ne yazık ki, Hz. Ali’nin bütün bu çabalarına karşın dünya malına tamah gösterenler, gözünü iktidar hırsı bürümüş olanlar bunu anlamıyordu. Nitekim Ebu Süfyan oğlu Muaviye yaptığı bin bir dalavere ve haksızlıkla kendisini halife ilân ediyordu. İslamiyet’i bir iktidar aracı olarak görüyordu. Muaviye Hilafeti de babadan oğula geçecek bir kurum olarak şekillendiriyordu. Muaviye dönemindeki Emevi saltanatı salt Hilafet için değil, aynı zamanda kendi iktidarlarına hizmet edecek bütün din dışı gelenekleri, töreleri, adetleri din adına kurallaştırıyor, kurumlaştırıyordu.
Hz. Ali ve Ehlibeyt var gücüyle bütün olumsuzlukları gidermeye çalışıyor, insanları gerçeğe davete devam ediyorlardı. Ama Muaviye acımasızdı. Hz. Ali şehit ediliyor, ardından ikinci imam Hasan zehirlettirilerek şehit ediliyordu. Bu arada Muaviye ölüyor, yerine oğlu Yezid geçiyordu. Yezid kendi iktidarı için İmam Hüseyin’i tehlikeli görüyordu. Çünkü İmam Hüseyin Ehlibeyttendir. Yani Hz. Peygamberin torunu, Hz. Ali’nin oğluydu. O, doğruluğun, hakkın, adaletin, gerçeklerin yılmaz savunucusuydu.
Bu arada Emevi saraylarında din dışı ne varsa din adına meşru gösteriliyordu. Halk isyan ediyor ama Emevilerin kurduğu askeri teşkilat halka göz açtırmıyordu. İşte Küfe halkı da baskılardan bıkmıştı. Küfeliler her gün İmam Hüseyin’e davet üstüne davet gönderip, kendisini halife olarak kabul ettiklerini belirtiyorlardı. İmam Hüseyin engin öngörüsüyle Küfelilerin ihanet edebileceklerini biliyor buna karşın kendi sorunluluğunun gereğini yerine getireceğini söylüyordu. Ve İmam Hüseyin yakın aile çevresi ile Küfe’ye varmak için yola çıkıyordu. Emevi saltanatının sürdürücüsü lanetli Yezid bu durumu haber alıyor ve önüne engeller çıkarıyor, onu öldürmek için planlar kuruyordu. Yezid ve taraftarları Küfelilerden Hz. Hüseyin taraftarlarını baskı altına aldılar. Bazılarını ise rüşvetle ve çeşitli vaatlerle İmam Hüseyin’den bağlılıklarını vazgeçirdiler. İmam Hüseyin’in ailesi yaklaşık 70 kişiden oluşuyordu. Buna karşın Yezid’in ordusu ise binlerce kişiden. Yezid’in komutanları, İmam Hüseyin’e Yezid’e biat etmesini ve böylelikle onu bırakacaklarını söylediler. İmam Hüseyin asla zalime biat etmeyeceğini, boyun eğmeyeceğini ve gerekirse bunun için şehit olacağını defalarca tekrarladı.
İmam Hüseyin dediği gibi yaptı ve Yezid’e biat etmeyerek, onurlu bir şekilde direnerek şehit düştü.
Kerbela Olayı İslam’da safları netleştirmiştir. Zalime asla biat edilmeyeceğini göstermiştir. Alevilik inancında Kerbela Olayı büyük bir öneme haizdir. Aleviler dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, adları ne olursa olsunlar, Hz. Hüseyin’e bağlıdırlar. Onun için oruç tutarlar, yas tutarlar. Onun çektiği acıları bir nebze de olsa hissetmek için çile çekerler. Aleviler sadece yas tutarak İmam Hüseyin’i anmazlar. Aynı zamanda ondan her defasından bir şeyler öğrenirler. Dünya döndükçe, insanlar varoldu kça Kerbela unutulmayacak.
Nusayrilik nedir?
Adını kurucusu Muhammed Bin Nusayri’den alan Nusayrilik daha çok Ortadoğu ve Anadolu’da gelişmiş, taraftar bulmuştur.
Nusayriler tarih boyunca en çok ezilen Alevi fırkalar arasında ilk sıralarda yer alırlar. Nusayrilere insan onurunu zedeleyen yakıştırmalar, aşağılanmalar, iftiralar yapılmıştır. Günümüzde dahi bu tür sapkın düşünceli kimseler Nusayrileri aşağılamaya, karalamaya, küçük düşürmeye devam ediyorlar.
Nusayriliğin kurucusu olarak tanımlanan Muhammed Bin Nusayr, on birinci (11.) imam Hasan Askeri zamanında yaşamıştır. 11. imam Hasan Askeri’nin en sadık, bilgin öğrencilerindendi.
Nusayriliği diğer Ehlibeyt mezheplerinden/örgütlenmelerinden ayrı tutamayız. Nusayrilikte kesin bir Ehlibeyt bağlılığı vardır. Nusayriliğin inanç temelleri bu bağlılık temelinde şekillenmiştir. Tarih boyunca bazı akımlar ve kimseler Nusayriliği Ehlibeyt dışına atmaya çalıştılar. Ama bunda başarılı olamadılar. Nusayriliğin inanç esasları, bazı şahsiyetsizlerin iftiralarına karşın Ehlibeyt ve On İki İmamlar sevgisi ve bağlılığı temelinde oluşmuştur.
Anlaşılması ve bilinmesi gereken; Nusayrilik bir Alevi inancıdır. Farklılıkları, özgünlükleri olmasına karşın bir Alevi inancıdır. Bu farklılık ve özgünlükler birer zenginlik ve kazanımdır. Nusayrilik bütün çarpıtmalara, karalamalara, saptırılmalara rağmen günümüzde de varlığını sürdüren Ehlibeyt ve On İki İmamlar’a bağlı bir Alevi inancıdır.
Dört Kapı Kırk Makam nedir?
Dört kapı kırk makam şeklinde ilkeleşen ve insanı "insanı kamil" (olgun insan) olmaya götüren ilkeleri Hünkâr Hacı Bektaşı Veli tespit etmiştir. Bu ilkeler aşama aşama olup insanı olgunluğa götürür. Ulu Hünkâr Hacı Bektaşı Veli bunları şöyle özetlemiştir: "Kul, Tanrıya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur. Bu makamların onu Şeriat içinde, onu Tarikat içinde, onu Marifet içinde ve onu da Hakikat içindedir."
Sıradan bir insan bu dört kapı ve bu dört kapıya bağlı kırk makamdan geçerek, ruhunu ve benliğini ergin hale getirerek Kamil insan olur. Kamil insan da ilâhi sırra erişendir.
ŞERİAT MAKAMLARI:
1. İman etmek
2. İlim öğrenmek
3. İbadet etmek
4. Haramdan uzaklaşmak
5. Ailesine faydalı olmak
6. Çevreye zarar vermemek
7. Peygamberin emirlerine uymak
8. Şefkatli olmak
9. Temiz olmak
10. Yaramaz işlerden sakınmak
Şeriat kapısını ve Makamlarını şöyle özetleyebiliriz:
Kendi öz benliğini kötülükten arıtmayan, gelişmemiş, olgunlaşmamış insanın, din kuralları ve yasalar zoruyla eğitilmesi, kişilere ve topluma zarar verecek hareketlerde bulunmasına meydan verilmemesidir.
TARİKAT MAKAMLARI:
1. Tövbe etmek
2. Mürşidin öğütlerine uymak
3. Temiz giyinmek
4. İyilik yolunda savaşmak
5. Hizmet etmeyi sevmek
6. Haksızlıktan korkmak
7. Ümitsizliğe düşmemek
8. İbret almak
9. Nimet dağıtmak
10. Özünü fakir görmek
Tarikat kapısını ve makamlarını şöyle özetleyebiliriz:
İnsanın kendi öz iradesiyle hiç bir dış zorlama olmadan her türlü kötülüğü benliğinden kovabilmesi, elinden gelebilecek tüm iyilikleri hiç kimseden esirgememesi aşamasıdır.
MARİFET MAKAMLARI:
1. Edepli olmak
2. Bencillik, kin ve garezden uzak olmak
3. Perhizkârlık
4. Sabır ve kanaat
5. Utanmak
6. Cömertlik
7. İlim
8. Hoşgörü
9. Özünü bilmek
10. Ariflik (kendini bilmek)
Marifet kapısını ve makamlarını şöyle özetleyebiliriz:
Duygu ve ilimde en yüksek düzeye ulaşmak, tanrısal sırlara erişmektir.
HAKİKAT MAKAMLARI:
1. Alçak gönüllü olmak
2. Kimsenin ayıbını görmemek
3. Yapabileceği hiç bir iyiliği esirgememek
4. Allahın her yarattığını sevmek
5. Tüm insanları bir görmek
6. Birliğe yönelmek ve yöneltmek
7. Gerçeği gizlememek
8. Manayı bilmek
9. Tanrısal sırrı öğrenme k
10. Allahın varlığına ulaşmak
Hakikat kapısını ve makamlarını şöyle özetleyebiliriz:
Hakkı görmek, zaman ve mekân içinde tanrısal demin gücü içinde erimektir.
“Eline, Beline, Diline sahip ol” ne anlama geliyor?
Herhalde dünyada anlamı bu kadar derin ve kapsamlı olan ama aynı zamanda sadece üç sözcük olan başka bir kavram yoktur. Bazılarının onlarca kitaba, yüz binlerce sözcüğe sığdıramadığını Alevi önderi Hacı Bektaş Veli üç sözcükle anlatmış. ELİNE, BELİNE, DİLİNE SAHİP OL.
İnsanın bu üç organı toplumu ve insanı geliştirdiği, özgürleştirdiği gibi aynı zamanda insanı ve toplumu düşkünleştirir, yozlaştırır. Ulu Hünkâr bütün bu gerçeklikten yola çıkarak Alevi inancında sağlam bir ahlâk sistemi kurmuştur. Şimdi bu ahlâk sistemini biraz daha inceleyelim:
EL: İnsanın eli her türlü iyiliğin ve yine kötülüğün uygulayıcısıdır. İnsan eline sahip olmadı mı katil, hırsız olur. İnsan eline sahip oldu mu üretir. Üreten ve yaratan, çaba sarf eden, emek harcayan insanda güzel insandır. Güzel insanda kendisinden başlayarak topluma hizmet edendir. Toplumsal huzuru, barışı sağlayandır.
BEL: İnsan kendi hayvani cinsel güdülerine hâkim olmadı mı her türlü sapıklığı yapar. Sapıklık, toplumsal çürümeye, ahlâksızlığa götürür. Bunun zıddı olan, yani insan cinselliği olumlu anlamda bir üreme aracı olarak değerlendirdiğinde sonuç yine toplumsal ve bireysel huzur olur. Yine insan doğan çocuğuna gereken ilgiyi göstermedi mi o çocuk toplumun başına belâ olur, her türlü zararlı olaya açık olur. Demek ki; insan eline, beline hâkim olmakla salt hayvani güdülerini dizginlemiyor. Bununla beraber oluşturduğu aile sistemiyle kendisinin vesile olduğu çocuğunu da eğitiyor.
DİL: Dil insanlar arasında iletişimi sağlayan organdır. Bir insan dilini iyilik için de kullanabilir kötülük için de. İnsan dilini yalandan, riyadan, sahtelikten korumalı ve yalana, sahteliğe alet etmemeli, yani diline sahip olmalı. Duyduğu olumsuzlukları düzeltmeli, yalandan kaçmalı, kilit vurmalı. Dilini iyi, güzel insanı ve dolayısıyla toplumu huzura kavuşturacak şekilde kullanmalı.
Ulu Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Makalat adlı kitabında şöyle sesleniyor insanlığa: "İnsanın üç iyi dostu vardır. Öldüğünde, bunlardan biri evde, öbürü yolda kalır. Üçüncüsü ise kendisiyle birlikte gider. Evde kalan malı, yolda kalan dostlarıdır. Kendisiyle giden ise iyiliğidir."
Bir insan Eline, Beline, Diline sahip olduğu müddetçe iyi bir insandır. Eline sahip olmakla; kendisini her türlü şiddetten, hırsızlıktan, cinayetten korumuş olur. Beline sahip olmakla; çocuğuna iyi bir baba, eşine ise iyi bir eş olur. Yoksa her türlü hayvani güdüyü tatmin etmek için ömrünü geçirir. Diline sahip olan ise kendisini her türlü yalandan, sahtelikten korumuş olur. Eğer insanlık bu ilkeleri asgari bir şekilde uygulasa her türlü yozluğun ve yobazlığın sonu gelir.
Alevi deyişlerinde sıkça gecen “Kırklar” kimleridir ve ne anlama geliyor?
Kırklarla ilgili farklı anlatımlar var. Ama bu zamanı, mekânı farklı anlatımların hemen hemen hepsinin özü aynıdır. Bu ortak öze göre Kırklar; bir gün Hz. Muhammed, Medine’de yaptırdığı ibadethanenin bitişiğindeki toplantı yerine gelir ve kapıya vurur, içeride Kırklar toplantı halindedirler. Yalnızca bir iş için dışarıda bulunan Salman-i Farisi orada yoktur. Hz. Muhammed’e kapıyı açmadan kim olduğunu sorarlar. Peygamber olduğunu söyleyince, "bizim içimizde peygamberin yeri yok" diyerek kapıyı açmazlar. Hz. Muhammed üzülerek geri döner. Yolda, kulağına Tanrıdan bir ses gelir. Bu sese uyarak tekrar kapıyı çalar. Kim o dendiğinde "kavmin seyyidi, yoksulların hizmetçisiyim" karşılığını verir ve kapı açılır. İçerdekilere kimler olduğunu sorar. Onlarda "biz Kırklarız, toplandık, konuşuyoruz" derler. Hz. Muhammed, "siz kırk değil, otuz dokuz kişisiniz" deyince, onlarda "biz kırk kişiyiz, kırkımızda bir kişiyiz" karşılığını verirler. Hz. Muhammed kararsızlık geçirince Hz. Ali koluna bir kesik atar, otuz dokuz kişinin kolundan yere birer damla kan akar. Bu kan damlalarının ortasına bir damla kan da çatıdan düşer. Bu, dışarıda görevli olarak bulunan Salmanı Farisi’nin kanıdır. Sonra Hz. Ali kolunu sarar ve kanı durur. Bundan sonra Salmani Farisi elinde bir üzüm tanesiyle içeri girer ve Hz. Muhammed’e; "al bunu pay et" der. Hz. Muhammed’de üzüm tanesini ezer ve suyunu kırk kişiye pay eder. Üzüm suyundan içen kırk kişi kendilerinden geçerek ayağa kalkıp dönmeye başlarlar. Hz. Muhammed’de onlara eşlik eder. Bir ara Hz. Muhammed’in takkesi yere düşer. Bunu alıp kırka bölerler ve kuşak yapıp bellerine sararlar.
İnanca göre diğer insanlardan farklı ama kim oldukları bilinmeyen Allah dostu erenler vardır. Bunlara "Gayb Erenler" de deniliyor. Kırklarında hepsinin kimler oldukları bilinmiyor. Ama Cem ibadetine kaynaklık ettikleri de bir gerçek.
Yunus Emre Alevimiydi?
Her ne kadar bazıları gizlemeye çalışsa da Yunus Emre bir Alevidir.
Sanatıyla, düşüncesiyle kendinden sonraki kuşakları etkileyecek kadar büyük bir kişilik Yunus Emre, bu kişiliğe giden yolda ilk dersi büyük Alevi önderi Hacı Bektaş-ı Veli’den almıştır.
Yunus Emre Anadolu’da hüküm süren Selçuklu devletinin halkı zulüm altında tuttuğu, baskılar uyguladığı ve bir de durmaksızın yinelenen Moğol saldırılarının olduğu bir dönemde yaşamıştır. Bu dönemde bir de kıtlık olunca Anadolu insanı daha da perişan oldu. Perişan olanlardan biri de Yunus Emre’ydi. Hacı Bektaşı Veli’nin yapıtlarından "Vilayetname"’de geçen anlatıma göre Yunus Emre bu kıtlık olan yılda köyünden yola çıkarak ulu Hünkâr Hacı Bektaşı Veli’nin dergâhına varıp biraz buğday isteyecekti. Giderken eli boş gitmemek için yolda heybesine alıç doldurdu. Ulu Hünkâr’ın huzuruna varıp halini anlattı. Bir kaç gün misafir kaldıktan sonra gitme vakti gelmişti. Hünkâr, Yunus’a şöyle dedi: "Buğday mı verelim nefes mi?" Yunus: "Nefesi ne edeyim, eşim çocukların aç bana buğday verin." Bunun üzerine Yunus’a buğday verdiler. Yunus dergâhtan ayrılınca yaptığı hatayı fark etti ve tekrar dergâha döndü. Halifeler durumu Hünkâr’a bildirdiler, o da: "Biz kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye sunduk. Varsın ondan nasibini alsın." dedi. İşte asırlardır güncelliğini ve derinliğini koruyan Yunus Emre kişiliğinin başlangıç noktası burasıdır. Yunus bundan sonra yıllarca Tapduk Emre’nin dergâhında emek verir. Bu aynı zamanda eğitimdir de. Bu eğitim sonucu öğrendiklerini insanlarla paylaşmak için bütün Anadolu’yu gezer.
Aleviler için müziğin anlamı ve önemi nedir?
Her dinsel toplumun kendine has bir müziği vardır. Bu müzik, inancın felsefesinin insan ruhuna ve düşüncesine daha kolay hitap etmesini sağlar.
Dinsel müzikler daha çok dinsel törenler, toplantılar sırasında seslendirilir. Genel anlamda dinsel ilâhiler, müzikler gündelik yaşamda yokturlar. Bu durum Aleviler ve Alevi müziği için geçerli değildir. Bu dünyada eşine ender rastlanan bir durumdur. Alevi müziği salt Alevilerin ibadet törenlerinde değil, yaşamın bütününde yer alır. Yine Alevi müziği salt Alevilere hitap etmez. Toplumun bütün kesimlerine hitap eder. Bu Alevi müziğini gündelik yaşamın vazgeçilmez bir parçası yapar.
Alevilerde vazgeçilmez olan saz, söz, semah, Alevilerin belleklerini yitirmelerini engeller, onları moral olarak motive eder, duygularını fetheder, bilinç verir, toplumu birbirine kenetlenmesini sağlar. Alevi önderleri bu gerçeği görmüşler ve önderliklerinin yanı sıra aynı zamanda sanatsal anlamda üretimleri ile Aleviliğin evrenselleşmesini sağlamışlardır. Örneğin Şah İsmail. Şah İsmail’in Hatayi mahlâsı ile yazdığı şiirler, türküler günümüzde dahi popüler.
Anlaşılması ve bilinmesi gerekenler:
Alevi müziği salt dinsel bir müzik olmayıp yaşamın içinde, gündelik sorunlardan tutalım insanın duygularına kadar hitap edebilen ve böylece insanı moral olarak yücelten, onu felsefi olarak geliştiren, toplumsal olarak örgütleyen bir işleve sahiptir. Bu tarih boyunca böyleydi. Günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.
Caferilik nedir?
Caferilik, On İki İmamlar’ın altıncısı olan İmam Caferi Sadık tarafından kurulmuş bir Alevi mezhebidir. Caferiliğin temelinde Hak-Muhammed-Ali sevgisi, Ehlibeyt’e bağlılık ve On İki İmamlar’a bağlılık vardır.
Caferilik, Ehlibeyte inananların çoğunluğu tarafından kabul görmüştür.
Caferilik inancının temellerini altıncı İmam Caferi Sadık atmıştır. Caferi Sadık, derin bilgisiyle diğer imamlardan farklıdır. Yine İnsanlığı ilgilendiren ilmi konularda yaptığı yorumlarla, getirdiği çözümlerle bir çok insanı eğitmiş, geliştirmiştir. İmam Caferi Sadık bu çok yönlü bilge kişiliğiyle salt Ehlibeyt’e bağlı olanları değil, aynı zamanda Ehli-Sünnet’e bağlı olanlarında hayranlığını kazanmıştır. Caferi Sadık’ın bu çok yönlü gelişkin kişiliği, onun düşüncelerinin Ehli-Sünnet tarafından benimsenmesini beraberinde getirmiştir. Ama maalesef Caferi Sadık’ın düşünceleri genellikle değiştirilmiş, özünden boşaltılmış halde Ehli-Sünnet’e ulaşmıştır. Bunun sonucunda, Caferi Sadık’ın kesin olan Ehlibeyt’e bağlılığı bile tartışılır hale getirilmiştir. Her ne kadar başta Anadolu Alevileri olmak üzere Caferi Sadık düşüncesi sahiplenilmişse de bazı alanlarda Caferilik adı altında geri bir Sünnilik temsil edilir hale gelmiştir. Yine iyi niyetlice de olsa bazı Caferi Aleviler pratikte Sünnileşmişlerdir.
Şüphesiz bu duruma gelinene kadar onlarca aşamadan geçildi. Ve bu tarihsel aşamalarda Aleviler egemen iktidarlar tarafından sürekli ve sistematik bir şekilde asimilasyona tabii tutuldu. Bunun sonucunda maalesef egemenler yer yer başarılı oldular. Egemen güçler bu başarılarıyla tarih boyunca Alevilere önderlik etmiş Caferi Sadık gibi bir önderi bile sahiplendiler. Bu sahiplenme Caferi Sadık´in öz düşüncesi ve inancı ile olmayıp, düşünceleri yontulmuş, inancı değiştirilmiş şekilde gerçekleşti.
Caferilik üzerine bilinmesi gereken temel bilgiler:
Caferi Sadık’ın düşüncesi ve inancının örgütlenmesi olan Caferilik her ne kadar yozlaştırılmaya, çarpıtılmaya çalışılsa da bir Alevi inancıdır. Yine Caferi Sadık bütün çarpıtmalara, yozlaştırılmaya, anlamsızlaştırılmaya karşın büyük bir Alevi önderidir. Aleviler yeniden, inatla, ısrarla ve kararlılıkla Caferi Sadık düşüncesini ve inancını sahipleniyorlar. Alevilik inancı var oldukça Caferi Sadık ulu bir Alevi önderi olarak Aleviler tarafından sahiplenilmeye devam edinilecektir. Caferi Sadık günümüzde de bütün çarpıtmalara, anti propagandaya karşın Alevilere yol göstermeye, önderlik etmeye devam ediyor.
Yedi Ulu Ozan kimlerdir?
Alevi tarihine deyişleriyle, şiirleriyle yön vermiş, Alevi inancına bağlılıklarını yaşamlarıyla kanıtlamış olan yedi ulu ozan şunlardır: Şah Hatayi
Pir Sultan Abdal
Kul Himmet
Yemeni
Virani
Fuzuli
Seyit Nesimi
Bu yedi ulu ozana Aleviliği teorileştirenler de diyebiliriz. Bu ozanlar Alevilik felsefesini en iyi şekilde dile getirmişlerdir. Bu ozanların şiirleri, söyledikleri sözler Aleviler için adeta kanun sayılmıştır. Cemlerde en çok bu ozanların deyişleri çalınır, şiirleri okunur. Bu ozanların şiirleri ve deyişleri günümüzde de popülerdir. Buradan da anlaşılacağı üzere bu ozanlar aradan geçen tarihi silmişler, güncelliğinden hiç bir şey kaybetmeden günümüzde de Alevilerin moral ve direnme gücü olan şiirleri, deyişleriyle ölümsüzleştirmişlerdir. Sanırız bu konuda yanlış bir anlaşılma mevcut. Bazı kimseler Alevi ozanların sayısının yedi ozan ile sınırlandığını düşünmekte, söylemekteler. Bu bir yanılgıdır. Alevilerde şüphesiz ulu mertebesine gelecek daha nice ozanlar var. Yalnız bu ozanlar semboldür. Kimse Alevi ozanların sadece bu yedi ulu ozan ile sınırlı olduğunu sanmasın. Bu yedi ulu ozan diğer ozanların temsilcisi, sözcüsü, sembolü konumundadırlar
Dua nedir ve işlevi nedir?
Son tahlilde insanoğlu aciz içinde olan bir varlıktır. Bu durum insanlık tarihine kadar uzanır. Teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun, yaşam standardı ne kadar yükselmiş olursa olsun insanoğlu her zaman yaratıcı güce muhtaç olacaktır. Dua’da bu aşamada devreye giriyor.
Dua bir ibadet biçimidir. Hz. Peygamberin ifadesiyle "ibadetin özüdür". İnsanlar sıkıntılı anlarında olduğu gibi bolluk ve bereketli dönemlerde de duaya sığınmışlardır.
Duayı diğer ibadetlerden ayıran en büyük özellik onun biçimsel olmayıp daha çok bireysel bir ibadet şekli oluşudur. Yani Allah ile kurulan bire bir "iletişimdir". Bu iletişimin zamanı, mekanı ve biçimi yoktur. Şüphesiz toplumsal olarak bir araya gelindiğinde birlikte okunan dualar da vardır. Bu dualar daha çok ortak noktaların çoğalmasına yaramaktadır.
Tekrar belirtmekte yarar var. Bu ibadetin en önemli özelliği zaman, mekan ve biçimsellikten arınmış olmasıdır, ayrıca yaratıcı güçle insanoğlunun birebir iletişimi olmasıdır. Ama toplumsal gelişim açısından genel duaların bilinmesi ve zikredilmesi de önemlidir.
Alevi Hukuku nedir?
Alevi hukuk sistemi Sünni hukuk sisteminden çok farklıdır. Tarih boyunca Aleviler, kendilerini sürekli ve sistematik bir şekilde baskı altına alan ve zulüm eden egemenlerin hukuk sistemine alternatif bir sistem geliştirdiler. Bu hukuk sisteminin Sünni hukukuyla ortak noktaları çok azdır. Toplumsal yaşamı düzenlemede, toplumsal yaşam içinde çıkan anlaşılmazlıklarda getirilen çözümler, sunulan öneriler bir çok alanda zıtlık teşkil etmişlerdir. Aleviler, Sünni hukuk anlayışına nadiren başvurmuşlar. Kendi aralarında çıkan sorunları kendi Mürşid’leri önderliğinde halk mahkemesi şeklinde çözmüşlerdir. Bu anlamıyla halk mahkemesini toplumun bire bir katıldığı ve çözüm getirdiği, ceza verdiği bir kuruma dönüştürmüşlerdir. Tabii günümüzde bu hukuk anlayışı ne kadar uygulanıyor tartışılır. Fakat gerçek olan Aleviler tarih boyunca zorunlu olmadıkça devletin/devletlerin mahkemelerine başvurmamışlardır.
Alevi hukuk sistemi, toplumsal yaşam içerisinde çıkan irili, ufaklı anlaşmazlıkları Alevi inancının temel ilkelerini esas olarak çözmüştür. Alevilere atfedilen, hiç bir gerçekliği olmayan tamamen Aleviliği ve Alevileri karalamaya yönelik iftiraların aksine; Alevi toplumu kendisini bu hukuk sistemi ile güçlendirmiş ve buna bağlı olarak ta muazzam bir ahlâk sistemi (eline, beline, diline sahip ol) ile iftiracıların aksine müthiş ahlâklı, paylaşımcı, eşit bir toplumsal yaşam oluşturmuştur. Biz burada Alevi hukuk sistemini bütün detaylarıyla açıklamayı gereksiz görüyoruz. Yine de Alevi hukuk sistemini özet olarak belirtmek gerekir:
Alevilikte yargılamanın amacı; haklı olanın hakkını geri almak ve suçlu olanı kötülüklerinden arındırarak tekrar toplumsal yaşam içerisine dönmesini sağlamaktır. Bu anlamda yargılama aynı zamanda bir eleştiri-özeleştiri, arınma, temizlenmesine ve gerçeği bulmak için bir vesiledir.
Alevilikte suç oranına göre cezalar vardır. Alevi hukukunda ceza, cezalıdan öç alma değil, onu düzeltme, yeniden ahlâklı kılma ve topluma kazandırmak için bir araçtır. Alevi hukuk sisteminde toplumsal sorunlarda en ağır ceza teşhir ve tecrit etmedir. Teşhir ve tecrit edilen birisi "düşkün"dür. Düşkün, ceza süresi bitene kadar toplum tarafından dışlanır. Cezası bittikten sonra ise tekrar toplum içine dönebilir.
Buyruk nedir?
Alevi inancı günümüze kadar iki kaynaktan ulaştı. Bunlar sözlü ve yazılı kaynaklardır. Sözlü gelenek daha çok etkili olmuştur. Çünkü Aleviler dünyanın bütün coğrafyalarında hep muhalefet olmuştur. Muhalifliğinden dolayı yazılı kaynakların çoğu yok edilmiştir. Edilemeyen bu kaynaklarından birisi de Buyruk’tur. Altıncı imam Cafer Sadık tarafından yazılan ve Aleviliğin ilkelerini, törenlerini anlatan Buyruk, Alevi inancının en önemli yazılı kaynaklarından birisidir.
Ehlibeyt ne anlama geliyor ve kimlerden oluşuyor?
Anlam olarak Ehlibeyt Hz. Muhammed’in ailesi demek. Bu aile Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den oluşmaktadır.
Alevi inancının temelini Ehlibeyt sevgisi ve bağlılığı oluşturuyor. Ehlibeyt’in kutsallığı ve masumluğu Kuran’da şöyle geçiyor:
Ahzap suresi 33. Ayet
"Ey Ehlibeyt, Tanrı sizi her türlü kirden arındırdı ve sizin tertemiz kalmanızı diler".
Yine sevgili Peygamberin Ehlibeyt için söylediği hadisler var. İşte bu hadislerden bir kaçı:
Kuran ve Ehlibeyt ikizdir.
Ey halk, biliniz ki bende insanım. Allah’ın daveti bana yakında gelecektir. Bende onu kabul edeceğim. İşte ben size iki mühim ve en değerli emaneti miras bırakıyorum. Bunlardan birincisi Kuran, ikincisi benim Ehlibeyt’imi. Allah’ın huzurunda size Ehlibeyt’imi tavsiye ediyorum. Allah’ın huzurunda size Ehlibeyt’imi tavsiye ediyorum. Allah’ın huzurunda size ehlibeytimi tavsiye ediyorum.
Bana ve Ehlibeyt’ime Selatü selam getirmeyenin duası kabul olmaz.
Benim şefaatim, ümmetimden Ehlibeytimi sevenleredir.
Ehlibeytim Nuh un gemisine benzer, ona sarılan ebedi kurtuluşa erer. Kim binmezse helâk olur.
Ey insanlar, Allah’ı kendi nimeti ile sizi beslediği için seviniz. Beni de Allah’a olan muhabbetinizle seviniz. Ehlibeyt’imi de bana olan muhabbetle seviniz.
Her şeyin bir esası, bir temeli vardır. Dinin esası da Ehlibeytimdir ve onlara muhabbettir.
Ehlibeyt’ime eziyet eden, Allah’a eziyet eder.
Bütün bu hadislerden anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber ümmetine Ehlibeyti’ne uymayı emretmiştir. Ama maalesef ümmetinden bazıları dünya malına tamah gösterip Ehlibeyt’e her türlü düşmanlığı yaptılar. Hz. Hasan’ı zehirlediler, Hz. Hüseyin’i Kerbela’da şehit ettiler. Ama sevgili peygamber olacakları görmüş ve ümmetine şöyle seslenmiştir:
"Yahudiler 71 fırkaya bölündüler, Hıristiyanlar 72 fırkaya bölündüler, sizlerse (Müslümanlar) 73 fırkaya bölüneceksiniz. Ama bu 73 fırkanın içinde sadece bir tanesi doğru yolu bulacaktır. O da benim Ehlibeyt’ime uyanlar olacaktır."
Fazla söze gerek yok. Her şey ortada. Ehlibeyt’e muhabbet ve bağlılık ibadettir.
Semah nedir?
Semah, Cemlerde deyişler eşliğinde yapılan dinsel törenin adıdır. Ulu Hünkâr Hacı Bektaşı Veli bu konuda şöyle söyler: "Semah, ariflerin aleti, muhiplerin ibadeti, taliplerin maksududur. Bizim Semahımız oyuncak değil, ilahi bir sırdır. Bir kimse ki Semahı oyuncak sayar o cahildir".
Semahın kaynağı Kırklar meclisine dayanır. Bu meclise gelen Hz. Muhammed’e Salmanı Farisi tarafından bir üzüm tanesi verilir ve Salmanı Farisi kendisinden bunu paylaştırmasını ister. Hz. Muhammed Cebrail’in getirdiği tabakta bu üzüm tanesini sıkar. Bunu içen Kırklar "Ya Allah" deyip Semah dönmeye başlarlar.
Semah yalnız Cemlerde dönülür. Bunun dışında günümüzde olduğu gibi asla düğünlerde ve benzer eğlencelerde dönülmez. Semahın dönüldüğü ortam mutlaka özel ve dinsel anlamı olan bir ortam olmalıdır. Yani ilahi bir sırdır. Öyle günümüzde yapılanlar gibi herkesin kolunu açarak yapacağı bir dans değildir.
SEMAHIN BAZI ÖZELLİKLERİ
Semahı kadınlar ve erkekler oynar/döner. Semah Cemlerde dönülür. (Bunun dışında Alevi inancını tanıtan toplantılarda dönülür.) Semah sırasında Alevi ozanların deyişleri bağlama eşliğinde okunur. Semah sırasında el ele tutuşulmaz, ayaklar çıplaktır. Ya karşı karşıya ya da Halka şeklinde dönülür.
Semah ağır çalınan ve söylenen nefesler eşliğinde dönülür. Nefesler giderek hızlanır, buna bağlı olarakta Semah dönenler hızlanır. Semahçılar Dede/Mürşidin oturduğu bölüme sırtlarını dönmezler. Bölüme geldikleri zaman yüzleri çerağa dönük ve boyunları hafif bükük geçerler.
Özü aynı olan ama farklılıkları tali olan bir çok Semah türü vardır. Belli başlı Semah türlerini sıralayabiliriz:
Miraçlama
Ali Nur Semahı
Kırklar Semahı
Turnalar Semahı
Erkân Semahı
Gönüller Semahı
Ya Hızır Semahı
Nevruz Semahı
Hacı Bektaş Semahı
Muhammed Ali Semahı
Mevlana Alevimiydi?
Mevlevilik bir Alevi kurumumudur?
Mevlâna’nın Alevi olup olmadığı hep tartışılmıştır. Bizce Mevlâna Alevidir! Hatta diyebiliriz ki, Anadolu’daki Aleviliğin gelişmesinde, yaygınlaşmasında katkıları olmuştur.
Mevlâna, bazı kişilerce anlaşılmamakta ya da yarım yamalak anlaşılmaktadır. Bu yanlışlığın temelinde Mevlevilik kurumunun çoğu zaman iktidarlardan yana tavır almasından kaynaklanmaktadır. Ama gözden kaçan -ya da bilinçli bir şekilde gözlerden ırak tutulmaya çalışılan- Mevlâna’nın düşünceleri, felsefesidir. Çünkü bu felsefe ve anlayış, değil iktidar ile uğraşmayı dünya malı ile bile uğraşmamakta, insanın manevi sorunlarına eğilmekte, varlık sorununa cevaplar vermekte. Böylece de insanın iç dünyasıyla ilgilenmekte ve iç bünyeyi kirden arındırmaya davet etmektedir. Şu gerçeği de dile getirmek lâzım; Mevlevilik, Mevlâna’dan çok sonra kurumlaşmıştır. Dolayısıyla Mevlevilik kurumlaşınca da onun yöneticileri sistem ile iyi geçinmeye çalışmışlar, sistemin kendilerine sağladığı olanaklardan yararlanmışlardır. Bunun Mevlâna’nın düşüncesi ile ilgisinin olduğunun, onun felsefesinin orta yolcu olduğunu böylelikle de onun adına kurumlaşanların böyle davrandığını söyleyenler yanılmaktalar.
“Kim olursan ol
gel.
Yüz bin kere tövbe
etsen ve yüz bin kere
tövbeni bozmuş olsan da
gel.”
Böylesi bir düşünceye sahip ulu bir şahsiyetin, iktidar diye bir sorunu olduğunu söylemek en hafif deyimle utanmazlıktır. Nasıl ki Hacı Bektaş, Bektaşi dergâhını idare edenlerin sorumlusu sayılmazsa, Mevlâna’dan çok sonraları onun adına dergâh kuranlar, iktidarlar ile haşır neşir olmuşlarsa bunda Mevlâna’nın ne sorumluluğu var? Doğrudur. Mevlevilik adına hareket edenlerden bazıları iktidar ile ilişkiler geliştirmişlerdir. Hatta bu yüzden olsa gerek Mevlevilik, Bektaşilik gibi kitleselleşmemiştir. Ama bunun sorumlusu Mevlâna’nın düşünceleri asla değildi.
Mevlâna, düşünce, inanç itibariyle kesinlikle Alevidir. Mevlevilik özünden saptırılmış, iktidarlara hizmet eder hâle gelmiştir, o ayrı konu. Ama Mevlâna kesinlikle Ehlibeyt taraftarıdır. Bu, ne kadar gizlenmeye çalışılsa da açıktır.
On Dört Masumu Pak kimlerdir?
Henüz çocuk yaşta iken zalimce katledilen ondört çocuğun adıdır. Ondört Masum Pak, arılığın, masumluğun, saflığın sembolüdürler. Ondört Masum Pak, Alevi toplumu için masumiyetin temsilcileri olmaları ile günlük yaşam içinde dahi anılırlar. Ondört Masum Pak, Ehlibeyt ve Oniki İmamlar’ın evlatlarıdırlar.
Ondört Masum-ı Pakların isimleri ve şehadetleri:
Muhammed Ekber: Hz. Ali’nin oğludur. Henüz 40 günlük iken Hz. Ali’yi Ebubekir’e biat ettirmek için evine baskın düzenleyen Ömer’in adamı olan Tahir tarafından kapı Hz. Fatma’nın üzerine devrilir. Bu esnada Fatma Ana’nın kucağında bulunan Ekber kapı altında ezilerek şehit olur.
Abdullah: Hz. Hasan’ın oğludur. Yedi yaşında iken Muaviye’nin adamlarından Talha bin Amir tarafından şehit edilir.
Abdullah: Hz. Hüseyin’in oğludur. İki yaşında iken Kerbela’da Erzak Dımışki tarafından şehit edilir.
Kasım: Hz. Hüseyin’in oğludur. Üç yaşında iken Kerbela’da Hezime Kahl tarafından şehit edilir.
Ali Asgar: Kerbela kıyımında bir yaşındaydı. Babası Hz. Hüseyin tarafından su verilmesi için Yezid’in askerlerine gösterilir. Bu esnada İbni Sadi’nin emriyle Harmele adında bir okçu tarafından şehit edilir.
Kasım: Zeynel Abidin’in oğludur. Üç yaşında iken Bekir İbni Ur tarafından şehit edilmiştir.
Ali Eftan: Beşinci İmam Muhammed Bakır’ın oğludur. Altı yaşında şehit edilir.
Abdullah: Altıncı imam Cafer Sadık’ın oğludur. Üç yaşında İbni Mercan tarafından şehit edilir.
Yahya Hadi: Altıncı imam Cafer Sadık’ın oğludur. Üç yaşındayken Abbasi hükümdarının huzurunda şehit edilir.
Salih: Yedinci imam Musa Kazım’ın oğludur. Dört yaşında iken şehit edilir.
Tayyip: Yedinci imam Musa Kazım’ın oğludur. Yedi yaşında iken şehit edilir.
Cafer Tahir: Dokuzuncu imam Muhammed Taki’nin oğludur. Dört yaşında iken şehit edilir.
Cafer: Onuncu imam Ali Naki’nin oğludur. Bir yaşında iken şehit edilir.
Kasım: Onbirinci imam Hasan Askeri’nin oğludur. Bir yaşında iken şehid edilir.
Not:Ayrıca Ondört Masum-i Pak deyimi Hz. Muhammed, Hz. Fatma ve On İki İmamlar içinde kullanılıyor.
On Yedi Kemerbest kimlerdir?
Onyedi Kemerbest; Hz. Muhammed’e, Hz. Ali’ye, Ehlibeyt’e bağlı kırklar meclisinin üyeleri arasında bulunan, Hz. Ali tarafından kemerleri bağlanmış olan onyedi önderdir. Onyedi Kemerbest’in çoğu Ehlibeyt yolu için şehit olmuştur.
Onyedi Kemerbest’in adları:
1. Selmani Farisi
2. Ammar bin Yaser
3. Malik Eşter bin Haris
4. Muhammed bin Ebubekir
5. Veysel Karani
6. Abuzer Gaffari
7. Harrim bin Haris
8. Abdullah bin Yedi-Hazai
9. Abdullah bin Adiel
10. Abu el Hişam
11. Haris Şeyhani
12. Haşim bin Utbe
13. Muhammed bin Abu Hazika
14. Kamber hazretleri
15. Murtefi bin Vezza
16. Said bin Kays
17. Abdullah bin Abbas
Ahi Evren Alevimiydi?
Ahi Evren, Ahi örgütünün kurucusudur. Ahi örgütlenmesi bir esnaf, zanaatçı, çiftçi örgütlenmesidir. Ahi örgütlenmesinin temelini Baba İlyas attı. Bir kurum olarak gelişmesini ise Ahi Evren sağladı.
Ahi Evren 1169 yılında Azerbaycan’da doğmuştur. Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna ile yaşıt ve aynı zaman diliminde yaşamışlardır. Hacı Bektaş Veli ile musahip oldukları bilinmektedir. Hacı Bektaş Veli’nin Vilayetnamesinde şu şekilde bahsi geçer: “Hacı Bektaş ile Ahi Evren birbirilerini çok severlerdi. Hatta bir sohbet anında Ahi Evren, ‘her kim bizi şeyh edinirse aslında şeyhi Hacı Bektaş Hünkâr’dır’ demiştir.”.
Bazı olaylar günümüzde oldukça çarpıtılmaktadır. Tarihsel bilgiler tahrif edilmekte, saptırılmakta, gerçek ile bağlantısı koparılıp, yerine farklı amaçlara hizmet eden bilgiler eklenmektedir. Ahilik ve Ahi Evren için de aynı durum geçerli. Ahi Evren hakkında gerçeğinden çok farklı anlamlar yüklenmekte, tarihsel çıkış noktası unutulmakta, içi boşaltılmaktadır. Ahi Evren gerçeğini biraz anlatmaya çalıştık. Daha anlaşılır olması için özetleyelim:
Ahi Evren inanç itibari ile bir Alevidir. Bazı art niyetliler gerçeği saklamak istese de gerçek böyledir. Ahi Evren, çağın çok çok ilerisinde bir kurumlaşma yaratmıştır. Yaratılan bu kurumlaşma bir çok ülkeye örnek olmuştur. Ahi Evren kurumlaşmasının sürekliliğini sağlamak için Ahiliği tekke ve zaviyelere bağladı. Herhangi bir meslekte çalışmak için o mesleğin zaviyesini bağlı olmak gerekiyordu. Atamalar için merkezi tekkeden atama yapılıyordu. Bu tekke Kırşehir’deydi. Ahi Evren 01.04.1261 yılında Kırşehir’de katledildi.
Hayyam kimdir, nasıl bir inanç ve düşünce yapısına sahipti?
Hayyam, 1048 yılında Nişabur’da doğdu. 1122 yılında Nişabur’da hakka yürüdü. Hayyam adı çadırcı anlamına geliyor ve babasının mesleği olan çadır yapıcılığından dolayı verilmiştir.
Ön adı Ömer olan Hayyam, bütün dünyada en çok tanınan şahsiyetlerden biridir. 18. yüzyıldan itibaren Hayyam batı dünyasında tanınmaya başladı. Hayyam’ın dünya çapında tanınmasını sağlayan rubaîleridir. Rubaîler, dörtlüklerden oluşan şiirlerdir. Bu rubaîlerde Hayyam, yaşamın güzelliğini anlatır. Hayyam’ın rubaîleri, bir çok softa tarafından anlaşılmamış ya da yarım yamalak anlaşılmıştır. Hayyam’ın şiirlerinde çok derin manalar gizlidir. Dünya malına heves edenlerin ahmaklığını vurgular Hayyam.
Rubaîlerden örnekler:
Aşk yazılıdır dünya defterinin ilk sayfasında,
gençlik denilen şiirin ilk dizesi başlar aşkla.
Aşk evrenidir yaşadığın, gördüğün her bir şey,
yaşamın asıl anlamı, özü aşktır, öğren, anla.
Aklınla yaşa, aklından başka şey beğenme,
varsa iyi bir arkadaşın kötüye yönelme,
hoş geçin herkesle beğensin herkes seni,
sen kendini bil ama kendini hiç beğenme.
Ölüm bir kere gelir ömrünce ancak.
Bir kere öl bakalım korkak,
varlık bir avuç damar, kan, deri mi?
Bunları yok sayda öz varlığa bak.
Hayyam’a göre doğru yaşam sahibi olmak önemlidir. Doğru yaşam için de, kişisel tutkulardan, kazanç hırsından ve bunların sonucu olan “bir takım alçak kimselerin buyruğu altına girmemektir”.
Hayyam’ın dünya çapında tanınmasını sağlayan rubaîleridir belki fakat Hayyam sadece şair değildi. Gençliğinde iyi bir eğitim almıştı. Bu eğitim doğal yetenekleri ile birleşince, Hayyam başta tıp, astronomi, matematik olmak üzere bir çok bilim dalında -günümüz deyimiyle- profesördü. Bazı batılı tarihçilere göre Hayyam, dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneşin etrafında döndüğünü tespit eden kişidir. Bu bağlamda Hayyam çağının çok ilerisinde bir önderdir. Yaşamını aklı ve duyguları ile dengeli bir halde yürütmüş, dolayısıyla çok önemli bilimsel çalışmalar yapmış ve insanların iç dünyalarını da derinlemesine gözlemleyip, çelişkilerine çözümler sunmuştur.
Fatımiler devleti ne zaman kuruldu, kimler kurdu, kaç sene varlığını sürdürdü, Alevi inancının esas olduğu bir devlet miydi?
Adını Hz. Muhammed’in kızı, Hz. Ali’nin eşi, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in annesi olan Fatma’dan alan Fatımiler Devleti Fas, Cezayir, Tunus, Mısır ve Suriye’de egemenlik kurdu.
Fatımilerde kesin bir Ehlibeyt bağlılığı vardır. Fatımiler daha çok Aleviliğin İsmailliye koluna bağlıdırlar.
Fatımilerin çıkış noktası Abbasi egemenliğinin olduğu yıllara dayanmaktadır. Bu yıllarda Abbasi iktidarı Alevileri eziyordu. Fatımiler, Abbasi egemenliğine karşı muhalefeti örgütlüyordu. Ne gariptir ki; Abbasi egemenliği Alevilerin sayesinde iktidara gelmişti. Kanlı Emevi iktidarını Aleviler yıkmıştı. Abbasiler iktidara geldiklerinde Ehlibeyt taraftarlarına yani Alevilere baskı uygulamayacaklarını, onların inançlarını özgürce yaşamalarını sağlayacaklarını vaat ediyorlardı. İktidara gelince Emevi iktidarındaki baskı ve zulüm aynen devam etti. Aleviler bu zulme karşı örgütlenmeye başladılar. İşte bu örgütlenme Abbasi iktidarının gözünden kaçmadı. Bunun üzerine Alevilerden bir kısmı Kuzey Afrika’ya ve Yemen’e yöneldiler. Bunlar daha sonra Fatımiler adını alarak bütün Kuzey Afrika’da bir Fatımiler Devleti kurdular. 340 yıla yakın bir dönem iktidar olan Fatımiler, egemenlik alanına İtalya’nın Sicilya bölgesini de kattılar.
Fatımiler Devletinde salt inançsal anlamda gelişmeler olmadı. Bununla beraber günümüzde dahi büyük öneme sahip olan El-Ezher Üniversitesi de dahil olmak üzere bir çok olumlu gelişme yaşandı. El-Ezher Üniversitesi günümüzde Sünni inancın en yoğun öğretildiği merkez olarak ta bilinir. Bu da kaderin garip bir cilvesi olsa gerek. Yine Kahire kentini Fatımiler kurmuşlardır.
Kısaca belirtmek gerekirse...
Fatımiler Alevi inancın gelişmesine öncülük etmişlerdir. El-Ezher Üniversitesi örneğinde olduğu gibi bilime önem vermişlerdir. Ama ne yazık ki; Fatımiler Devleti’nin yenilgiye uğramasından sonra bu kazanımlar ya yok olmuşlar ya da diğer inançlara hizmet edecek hale getirilmişlerdir. Günümüzde Kuzey Afrika topraklarında Fatımilerin izleri olmakla beraber bu izler çok zayıf görünmekteler.
alıntı