İnsanoğlu hayatını idame ettirebilmesi için diğer bütün canlılar gibi gıda alma mecburiyetinde, rızka muhtaç ve bunları temin etme hususunda diğer canlılardan daha aciz olan bir varlıktır. Bununla beraber dünyadaki bitki ve hayvanların birçoğu rızık olarak insanın hizmetine sunulmuştur. İnsanı yaratan ve onun vücut makinasının sağlıklı çalışması için hangi gıdalardan ve ne şekilde istifade edilebileceğini de gerek Yüce Beyandaki bazı işaret ve düsturlarla ve gerekse onu bize tebliğ eden Yüce Rehberimiz (sav)'in hayat tarzı ile en mükemmel bir şekilde bildirmiştir.

Asırlar geçip tıb ve biyoloji ilminde birçok yeni hakikatler günyüzüne çıktıkça hepsinin de aynı gerçeğe işaret ettiğini, yani insan için en mükemmel hayat şeklinin de âlemşümul ola-rak Yüce Beyan'da ve Efendimiz (sav)'in hayatında odaklaştığını görmekteyiz. Uyumadan, giyinmeye, yemeğe, aile münasebetlerinden, komşuluk münasebetlerine ve aklımıza gelen bütün beşeri faaliyetlere ait herşey “O” erişilmez numuneye yaklaştığı nisbette ideale yaklaşmış olur.

Hergün içinde olduğumuz hayatın en temel ihtiyaçlarından olan beslenme denilen hâdisede de ne kadar Ona benzersek o kadar mutlak doğruya yaklaşmış oluruz.

Bu yazımızda beslenmeye ait herşeyden değil, sadece asrımızın belâsı olan kanserle münasebetinden kısaca söz edeceğiz. Esas olarak burada dikkatimizi çeken en temel husus “Fıtrattan Uzaklaşma” veya başka bir deyişle tabiilikten, safiyetten uzaklaşma neticesinde kanserin ortaya çıkışıdır.

Günümüzde insan, biyolojik bir çarpıklıkla karşı karşıyadır. Yürümek üzere yaratılmış ayakların otomobille gezmesi ve tembelleşmesi gibi, çiğnemek üzere yaratılmış olan dişler, acele yutulan lokmalara karşı bir şey yapamamanın çaresizliği içindeyken, barsaklar da lifsiz ve posasız olarak gönderilen işlenmiş gıdalarla yapacak bir işi olmadığından tembel tembel vakit geçirmektedir. İşte barsak kanserlerinin en önemli sebeblerinden biri! Bir de stres ve ruhî problemlerin yol açtığı kabızlık bu tabloya eklenince kalınbarsak kanserlerinin artması artık iyice fazlalaşacak demektir. Günlük enerjinin %40'ının yağlardan temin edildiği bir beslenmede meme, pankreas, prostat ve kalınbarsak kanserlerinin arttığı; rafine şeker ve yağ-ların azaltılarak, posalı, lifli gıda ve kompleks moleküllü karbonhidratların (nişasta ve selüloz gibi) bol bulunduğu bir beslenmede ise bu kanser tiplerinin çok azaldığı tesbit edilmiştir.

Japonya'da sık rastlanan mide kanserinin ABD'de yaşayan Japonlarda görülmemesi, aksine onlarda barsak, meme ve prostat kanserinin fazla görülmesi üzerinde duran araştırıcılar Japonyada odun ateşinde tütsülenen etlerin yenme âdeti neticesinde ortaya çıkabileceğini tah-min etmişler ve hakikaten yanma neticesinde ette kanserojen maddelerin açığa çıktığını göstermişlerdir. Böylece biz de Rehberimiz (sav) yanık yiyeceklerin yenmesini yasaklamadaki hikmetlerinden ancak birini bugün anlamış bulunuyoruz.

Araştırmalara göre 30–50 bin yıllık insanlık tarihinin takriben %90'ından daha fazla bir kısmında insanlar az yağlı, yüksek lifli, askorbik asitli ve kalsiyumlu besinlerle beslenmişlerdir. Endüstri inkılabından sonra bu hayat tarzının değişmesiyle yağ alımının devamlı artışı, lifli ve kompleks karbonhidratlı besinlerin alınmasında azalmaya sebeb oldu, tabii bu arada rafine şe-kerlerin kullanılması da çok fazla artmıştır. Besinlerin tuzlama, turşu ve salamura. tütsüleme ve konserve gibi hususi muameleye tutularak saklanılması da son araştırmalara göre kansere sebeb olan faktörlerden biridir. ABD'deki son araştırmalar yağlı beslenmenin kanseri teşvik ettiğini hemen hemen kesin olarak göstermiştir.

Besinlerde bulunan lifler ise muhtemel kanser önleyicilerini bünyesinde taşımaktadır. Laboratuvar çalışmalarına göre A, C ve E vitaminleri(*) ile karalahana ve karnıbahar gibi turpgillerden olan bitkilerin içinde bulunan bileşikler kanser yapıcı maddenin molekül zincirini bir yerinden koparmakta ve kansere mâni olucu bir iş görmektedirler. Ayrıca selenyum elementinin bol bulunduğu topraklarda yetişen bitkilerle beslenenlerde de kanserin az görülmesi bu elementin de böyle bir fonksiyonu olabileceğini tahmin ettirmektedir. Diğer bir çalışmada ise bitki tohumları ve tanelerinde kanser önleyici proteazlar (yani protein molekülle-rini parçalayıcı enzimler) bulunmuştur. Bu proteazlar muhtemelen bir tümörün komşu dokuları istila etmesine yardım eden sindirici proteinlerin zararlarını tesirsiz hâle getirmektedir.

İngiliz araştırıcılarından bir grup, Afrika yerlilerinin beslenme alışkanlıklarını in-celediğinde, yüksek lif alan kabilelerin apandisit, diverticulit ve kalınbarsak kanserine karşı korunduklarını tesbit etti.

Bilhassa yağlı beslenme üzerinde duran bazı araştırıcılar, bazı yağ asitlerince zengin beslenmenin tümör oluşumunu teşvik ettiği halde, bazı yağ asitlerinin böyle bir hâdiseye sebebiyet vermediğini tesbit ettiler. Bu durumda farklılığın yağ asitlerinin kimyevi yapısından ileri geldiği görülmektedir. Linoleik asitçe zengin (mısır, yalana safran, ayçiçeği ve diğer nebati yağlar) yağlı beslenme tümör arttırıcı rol oynamasına rağmen, oleik asitçe (zeytinyağı) ve eicosapentaenoik asitçe zengin (balık ve deniz memelilerinin yağlarında) yağlı beslenmede böyle uyarıcı bir rol görülmemiştir. Nitekim Grönland Eskimoları fevkalâde yüksek yağlı beslenmelerine rağmen (toplam kalorilerinin %60'ını yağ teşkil eder) kullandıkları yağlar balık ve deniz memelilerinden alındığı için kalın barsak ve meme kanseri görülmemektedir. Aynı şekilde yine yüksek yağlı beslenen İspanya ve Yunanistan gibi Akdeniz ülkelerinde meme kanserinin çok yüksek olmaması bunların zeytinyağı ile beslenmelerindendir. Bu araştırma neticeleri de Yüce Beyân'da zikredilen zeytin ve balık gibi yiyeceklerin hikmetini ve Efendimizin (sav) zeytinyağı hakkındaki tavsiyelerinin ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Kemirici hayvanlar üzerinde yapılan laboratuvar çalışmaları da A vitamini gibi retinoid ismi verilen maddelerin kansere mâni olucu tesirini çok kuvvetli olarak göstermişlerdir.

Bütün bu tesbitlerin yanında kanseri ortaya çıkarıcı esas reaksiyonların ve hâdisenin fizyolojik cereyanının nasıl olduğu hakkında çeşitli hipotezler ileri sürülmektedir. Bunların en önemlisi yağlarla hormonlar, prostoglandinler ve safra asitleri arasındaki uzun bir metabolik reaksiyonla izah edilmektedir. Turpgillerdeki kansere mâni olucu esas maddelerin ise flavonlar, indöller ve izotiyosiyanatlar olduğu hakkında raporlar vardır. Turşu, salamura ve tütsülenmiş gıdaların içindeki nitratların ise kolaylıkla reaktif olan nitritlere dönüştüğü, bunların da karsinogenik (kanser yapıcı) olan nitrosamid ve nitroza-minleri meydana getirdiği gösterilmiş olup, C vitamininin bu reaksiyona mâni olarak kanseri önlediği tahmin edilmektedir.

Hâdiselerin metabolik seyri ne olursa olsun, beslenmedeki fıtrattan uzaklaşmanın neticelerinden birisinde kanser gibi bir illet olabileceğini araştırmalar göstermektedir. Sadece beslenme faktörüne bağlı olarak gösterdiğimiz kanser riskine ayrıca hava kirliliği, kimyevi gübreler ve zirâi mücadele ilaçlan, mutfak ve ev eşyalarındaki petrol türevi sentetik malzemeler (plâstik ve melamin gibi), en önemlisi de stress gibi ruhi faktörler eklenince, neredeyse kanser olmamak insana bir mucize gibi geliyor.

Yaratılışın gayesini unutan, nasıl olursa olsun sadece üretme ve tüketme üzerine bina edilen bir hayata esir olan yirminci yüzyılın talihsiz insanına sorulsa, 500 sene önceki fıtri hayatı özleyenlerin sayısı herhalde az olmayacaktır. Kirlenmemiş tabii gıdalarla beslenen, temiz havada bol bol yol yürüyen, Yaratıcısına ibadetle ruhi itminana kavuşmuş sağlıklı atalarımızın hayatına gıpta etmemek elde mi?