porno escort diyarbakır iskenderun escort
Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon
36 sonuçtan 21 ile 30 arası

Konu: Dini Hikayeler

  1. #21
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    dυѕLєяfσяυм üує

    Standart

    YUMURTADAKİ SANAT
    BİR YUMURTA NASIL PAKETLENİR
    “İnsan yediği şeylere bir baksın”(Abese Suresi,24)
    Bir yumurta hiçbir zaman elimize paketlenmeden ulaşmaz .Yirmi Dört saatlik bir üretim faaliyetinin neticesi olan bu leziz nimet,mutfağımıza kadar güvenle ulaşabilmesi için son derece dikkatle planlanmış bir ambalaj içinde bize sunulur.Yumurta kabuğu deyip geçmeyin.Kırıp çöp sepetine attığımız bu mükemmel ambalaj,mimarisi ve estetiğiyle akılları hayrete düşüren bir sağlamlık,pratiklik ve geometri şaheseridir.
    Yumurtanın sarısı ve akı,tavuk vücudunda ayrı ayrı yerlerde imla edilir.Sonra bu mamul yaklaşık on altı saat süren bir işlemle ambalajlanır.
    Önce yumurtanın şekline bir bakın.Parmaklarınızla iki ucundan ne kadar kuvvetle bastırsanız,kırılmadığını göreceksiniz.Bu sağlamlığın yanında pürüzsüz ve kusursuz bir şekli de vardır.Normalde çok iyi bir kalıba ve tezgaha ihtiyaç duyan böyle bir eser ,içinde hiçbir kalıp bulunmayan tavuk vesilesi ile bize sunulmaktadır.Yumurtayı paketlemekle görevli olan bez,tavuğun vücudundaki bütün kalsiyum ve karbonat iyotlarını çekecek şekilde düzenlenmiştir.Öyle ki, tavuğun besininde kalsiyum eksildiği zaman ,kabuğun hammaddesi olarak tavuk kendi kemiklerini kullanır.
    Öyle bir fabrika düşünün ki , tavuk kanı gibi pek de iştah açıcı olmayan bir maddeden hem yumurta sarısı hem de yumurta akını hem de kabuğunu ayrı ayrı çıkarsın ve beş-on santimlik bir üretim şeridi içinde bütün bu işleri tek tek gerçekleştirdikten sonra kan ve dışkı gibi iki pisliğin içinden yumurta gibi tertemiz ve faydalı bir gıda üretsin.Bir şeyden her şeyi yapan bir ilim ve kudretin sahibinden başka bu fiile mührünü basabilecek kim var?
    Modern teknoloji tavuğun besininden ya da kanından yumurta yapabilecek bir fabrikayı kuramadı.Olmaz ya! eğer kurmuş olsaydı bugün bir yumurtayı on beş kuruşa değil ,yüzlerce liraya yiyemezdik.
    Her yumurta
    karşınızda,kabuğu
    atmadan önce ona uzun
    uzun bakın.Size bu nimeti
    böyle mükemmel
    bir ambalaj içinde göndereni
    düşünün.O’nun adını anın ,afiyetle yiyin
    ve O’na şükredin.

    ************************************************** *********

    YAPACAĞIM BİR ŞEY YOK
    Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam'dan Konya'ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak:
    "Burada yatılmaz kalk!" dedi.
    Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak:
    "Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım." dedi.
    Câmiyi kilitlemek için gelen kişi;
    "Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim." diye karşılık verdi.
    Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı. Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, âniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine;
    "İmdât boğuluyorum!" diye bağırmaya başladı. Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona;
    "Ne oldu, niye bağırıyorsun?" diye sordu. Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti.
    Kendisine;
    "Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde:
    "Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim." buyurdu.

    ************************************************** ********
    TESELLİ
    Bir gün öğle vakti koltuğa uyumak için uzanmıştım. Tam uykuya dalacağım sırada bir çığlık duydum. Camdan dışarı baktım. Kimseyi göremedim. Tekrar uyumak için yerime döndüğümde yine tam uykuya dalacakken aynı çığlığı tekrar duydum. Tekrar baktım. Yine birşey göremedim.Üçüncü kez aynı şey tekrarlanınca bu sefer yatak odasına yöneldim. Camdan baktığımda komşunun bahçesinde bir karganın minicik bir kedi yavrusunu gagasıyla havaya kaldırıp, taşıyamadığı için yere düşürdüğünü gördüm. Karga tekrar hamle yapınca hızla evden çıkıp komşunun bahçesine koştum. Karga benim yaklaştığımı görünce kediyi bırakıp uçtu. Onu şevkatle eve getirdim. Evde süt yoktu. Koşarak markete çıkıp süt aldım. Sütü biraz sulandırıp kediye içirmeye çalıştım. Ama yutkunamıyordu.Kontrol ettiğimde siyah bir iple boğazının iyice sıkılmış olduğunu farkettim. Dikkatlice ipi boynundan çözdüm. Rahatlamıştı. Kedi yavrusu simsiyah ve bir o kadar da çirkindi. Kedilere sempatimde yoktu ayrıca. Ama nedense ona çok acıyordum. Akşam eşim eve geldiğinde gördüğü manzara karşısında çok sinirlendi."Derhal onu evden çıkar" dedi. Onun hasta olduğunu iyileşene kadar kalması için izin
    istediğimi söyledim. Çok yalvardım, hatta ağladım. Ama o yine hayır dedi. Çaresiz kapıya koydum. Gece eşim uyuduktan sonra dışarı çıktım. Koyduğum yerde duruyordu. Gizlice içeri aldım. Salonda yere uzandım. Onu da yanıma yatırdım. Gecenin bir yarısı eşim beni kedi yavrusuyla yanyana yerde yatarken yakalayınca güldü ve onun evde kalmasına izin verdi. .Geldiğinin beşinci günü iyice fenalaşmıştı. Onu iyileştirmek için çırpınıyordum.Ama nafile. Nihayet altıncı gün acıları dayanılmaz bir hal almıştı. Sürekli inliyor, sağına soluna döndündükçe acıdan kıvranıyordu.Kapı çalındı. Komşunun kızı gelmişti. "Annem seni çağırıyor" dedi. Evden çıkarken " nolur ben gelene kadar ölme" dedim kedime.Yarım saat sonra eve döndüğümde içimden bir ses salon kapısını yavaşça aralamamı söyledi. Öyle de yaptım. Yerinden kıpırdamaya dermanı olan yavru belli ki sürünerek peşimden gelmeye çalışmıştı.Kapının ardındaydı hemen. İniltileri içimi parçaladı. Yavaşça ve sevgi sözcükleriyle elime aldım .Minicik patileriyle ellerimi kavradı, kafasını avucumun içine yasladı ve öldü. Sanki gerçekten ölmek için beni beklemişti. Başucunda saatlerce ağladım. Nihayet bedeni buz gibi olunca onu götürüp bahçenin bir köşesine gömdüm. Akşam eşim eve döndüğünde hala ağlıyordum. Meseleyi başından sonuna dek anlattım. Kediyi bahçeye gömmeme çok kızmıştı. Ertesi gün onu gömdüğüm yerden çıkaracak ve götürüp çöpe atacaktım! İstediği buydu.Söz verdiğim için ertesi gün toprağı açtım. Kediyi çıkarmaya çalışırken gördüğüm manzara tüyler ürperticiydi. Onu terkeden pireler sağa sola uçuşuyordu. Demek ki insanoğlu da böyleydi.Ona amelinden başka yoldaş yoktu.Bir saat yol yürüdükten sonra vardığım çöplüğe onu yavaşça bıraktım.Günlerce ağladım. Eşim acımı biraz olsun hafifletmek için bana tavşan ya da kuş alacağını söylüyordu. Hiç bir şey istemiyordum. Beni bu kadar etkileyen neydi doğrusu onu hala çözebilmiş değilim. Zira babam öldüğünde bile bu kadar ağlamamıştım.
    Bir hafta geçmişti. Gece "Allah'ım neden bu kadar üzülüp ağladığımı biliyorum. Ama kendimi de bu durumdan alamıyorum. Yalvarırım bana bir teselli ver" diyerek uyudum. Gece rüyamda eşimle birlikte hac yolculuğuna çıktığımızı gördüm. Elimde bacağı kırık bir kedi yavrusu vardı. Hac yolu üzerinde tanımadığım bir kadının kapısını çalıp hacdan dönene kadar bakması için kediyi ona emanet etim. Ben kadınla konuşurken eşimin gittiğini gördüm.Sonra kaybettim onu.Hacca nasıl gideceğimi düşünürken yolda dört kişinin Mescid-i Aksa'dan bahsettiklerini duydum.Nedense onları takip edersem kabeye varacağımı hissettim. Sonunda kabeye gelmiştim. Kabe örtüsüyle karşımda duruyordu. Herşey öylesine netti ki,.(Nerdeyse kabeye gerçekten gittiğime yemin bile edebilirdim.) İlk gelenlerdendim. Hacılar yavaş yavaş geliyordu. Biraz daha kalabalık olunca eşimi bulamayacağımdan korktum. Sonra kendimi mağaranın başında buldum. Hala eşimi arıyordum.Kendi kendime "mağaranın ağzı dar, girip çıkanlara tek tek bakarım. Eşimi bulurum" diye söyleniyordum.Onu bulamadan uyandım. Uyandığımda kendimi kuş gibi hafif ve acılarımdan arınmış olarak buldum. Rabbim bana teselli vermişti. Canımı tek sıkansa eşimi kabede görememiş olmaktı. O günün akşamı eşim eve geldiğinde söylediklerine inanamadım. İlçeye gittiğinde hiç tanımadığı yaşlı bir kadın onun yolunu kesmiş. "Evladım sen ne hayır işledin ki, dün gece rüyamda seni hacda gördüm." demiş.
    Neticede gördüklerimiz birer rüyaydı. Aslolan gerçek hayatta güzeli ve doğruyu yaşamaktı. Ama yine de Rabbime bana verdiği bu muhteşem teselliden dolayı sonsuz şükrediyorum.
    •●쳭¯˚·._.•кαяşıуαкαℓι 35½•._.·˚¯쳭●•
    Bembeyaz bir dünyada seninle yaşamak varken, böyle uzakta durmak gücüme gidiyor.
    senin sevgini seninle paylaşmak varken seni sensiz yaşamak zoruma gidiyor.

  2. #22
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    dυѕLєяfσяυм üує

    Standart

    Allah haramdan kaçanı korur
    Ünlü hükümdar Timur'dan sonra yerine geçen oğullarından Şahruh (XV. y.y) babasının tersine bilime ve bilgine değer veren, dindar, halim, selim biriydi. Bilginlerle oturup kalkmaktan zevk alırdı. Şahruh'un çevresindeki bilgin kişilerden biri de Nimetullah Efendi idi. Aynı zamanda evliyadan olan Nimetullah Efendi'nin dilinden düşürmediği bir söz vardı:
    "Allah haramdan kaçanı korur."
    Yani kişi haramdan kaçarsa Allah ona haram yedirmez, nasip etmez, demek istiyordu. Bu sözü sık sık tekrar eder, bunu biraz da hükümdar ve adamlarını uyarmak için söylerdi. Şahruh da bunun her zaman mümkün olmayacağını, insanın bazen bilmeden de harama el uzatabileceğini ileri sürerdi.
    Şahruh bir gün sarayında özellikle Nimetullah Efendi'yi ağırlamak üzere bir ziyafet düzenler. Başta hükümdar ve Nimetullah Efendi olmak üzere davetliler sofraya otururlar. Baş yemek kehribar gibi kızarmış bir kuzu çevirmesidir. Herkes gibi Nimetullah Efendi de iştahla yiyor, yedikçe "Allah haramdan kaçanı korur" sözünü tekrarlayıp duruyordu. Hükümdar ve adamları da bıyık altından gülüyorlardı. Nihayet yemek biter. Şahruh Nimetullah Efendi'ye sorar:
    –Allah haramdan kaçanı her zaman ve her durumda korur mu?
    –Evet korur, haramdan kaçana Allah haram nasip etmez.
    –Ama hocam seni korumadı, sende bizimle birlikte haram yedin.
    –Hayır, ben haram yemedim haramı siz yediniz.
    –Boşuna iddia etme hocam, sofrada yediğimiz kuzuyu benim adamlarım çalmıştı, hırsızlık malıydı o...
    –Olabilir, size haramdı, ama bana helaldi. Hükümdar lahavle çekerek:
    –Nasıl olur hocam, çalınmış bir kuzu bize haram, sana helal? Nimetullah Efendi sözünü bağlar:
    –Eğer inanmıyorsanız, kuzunun sahibini bulun sorun...
    Gerçekten hükümdarın adamları çaldıkları kuzunun sahibini bulurlar. Yaşlı bir kadındır kuzunun sahibi. Kuzuyu çaldıklarını, pişirip yediklerini itiraf ettiler ve parasını ödemek istediklerini söylediler. Kadın parasını almayı reddetti ve kendilerine beddua etti.
    –Ben o kuzuyu parası için değil, bu havalide Nimetullah Efendi diye mübarek bir zat varmış, ona ikram etmek için yetiştiriyordum, diye cevap verir

    ************************************************** **********

    Haya Örneği Hazret-i Osman
    Hazreti Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor:
    Allah'ın Resulü bacakları açık bir vaziyette benim odamda oturmakta iken, Hazreti Ebû Bekir içeriye girmek için izin istedi. Peygamber aleyhisselâm halini değiştirmeden girmesine izin verdi. Kendisi ile konuştu. Sonra Hazreti Ömer izin istedi. Ona da, aynı hal üzerine, girmesi için izin verdi ve konuştu. Sonra Hazreti Osman girmek için izin istedi. Bu defa Peygamber aleyhisselâm kalkıp oturdu. Elbisesini düzeltti. Bundan sonra Hazreti Osman'ın girmesi için izin verildi ve kendisi ile konuştu.
    Sonra Hazreti Âişe, Allah'ın Resulüne dedi ki:
    — Ya Resûlallah, Ebû Bekir geldi, fâzla bir davranışta bulunmadın. Hazreti Ömer girdi, Ona da aynı şekilde davrandın. Fakat Hazreti Osman girince, kalkıp oturdun ve elbiseni düzeltip vaziyetini düzelttin, dedi.
    Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdular:
    — Ey Âişe, Meleklerin bile kendisinden haya ettiği bir kimseden haya etmiyeyim mi?
    Bir rivayette ise: Osman utangaç bir kimsedir. Bulunduğum hal üzerine kabul etseydim, utancından istediklerini arzedemeyecek diye endişe ettim, buyurdu

    ************************************************** *********

    Yer Yüzü Kendilerine Dar Gelen Üç Sahabi
    Kâ'b bin Malik radıyallahu anh şöyle anlatıyor:
    Allah'ın Resulünün yaptığı savaşlardan, Tebük harbinden başka hiç birisine katılmaktan geri kalmamıştım. Gerçi Bedir harbine de iştirak etmemiştim ama, Peygamber aleyhisselâm Bedir'e katılmıyanlardan kimseyi tazir etmemişti. Çünkü Bedir harbinde, Peygamber aleyhisselâm ile müslümanlar ancak Kureyş'lilerin ticaret kervanına karşı koymak üzere çıkmışlardı. Neticede Allahü Teâlâ tesbit edilmemiş bir anda müslümanlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi. Bedir harbi bu şekilde vuku bulmuştu.
    Akabe gecesinde îslâm üzerine kendisine bîat ettiğimiz zaman, Peygamber aleyhisselâm ile beraber bulundum. Bedir her ne kadar, insanlar arasında Akabe'den daha çok zikredilen bir hadise ise de, benim için Akabe'de bulunmak Bedir'de bulunmaktan daha değerlidir.
    Tebük harbine katılmaktan geri kaldığım vakit, her zamankinden daha güçlü ve daha varlıklı olduğumu biliyorum. Allah'a yemin ederim ki, bu savaştan evvel iki binek hayvanını asla bir araya getirememiştim. Bu savaş sırasında bütün teçhizatı ile iki hayvanım vardı.
    Peygamber aleyhisselâm bu savaşı sıcakların en şiddetli bir zamanında yaptı. Uzun ve tehlikeli yollar katetmek mecburiyetinde kaldı. Sayısı hayli yüksek bir düşmanla karşılaştı. Başka muharebelerde olduğu gibi hedefi gizli tutmadı. Hazırlıklarını tam yaymaları için müslümanlara meseleyi açıkça bildirdi. Allah'ın Resulü ile beraber olan müslümanların adedi o kadar çoktu ki, bir kitaba zor sığardı. Bir vahiy nazil olmadığı müddetçe farkedilemeyeceğini zannederek gizlenmek isteyen kimse çok azdı. Bu savaş tam meyvelerin olgunlaştığı bir zamana rastlamıştı. Ben de evde kalıp meyvelerimi toplamayı çok istiyordum.
    Resûlullah aleyhisselâm hazırlıklarını tamamladı. Müslümanlar da hazır vaziyette idiler. Ben de onlarla beraber hazırlanmak için sabah kalkmaya başladım. Ancak bir şey yapmadan döndüm. Kendi kendime «istersem bu işi yapabilirim» diyordum. Ben bu şekilde düşünüp giderken, insanların çalışmaları devam ediyordu. Kuşluk vaktinde Peygamber aleyhisselâm ve ordusu hazır oldukları zaman, ben hâlâ bir hazırlık yapmamıştım. Böylece bu iş devam edip gitti. Nihayet onlar savaş yerine doğru hızla yol aldılar ve savaş bütün şiddeti ile başlamıştı. Bunu öğrenince ben de hayvanıma binip onlara yetişmek istedim. Keşke bu arzumu yerine getirmiş olsaydım. Ancak bunu yapmak nasip olmadı. Peygamber aleyhisselâm harbe gittikten sonra, insanların arasına çıktığım vakit, üzülmeye başladım. Çünkü şehirde, münafıklık ile itham edilen bir adam ile zayıflardan, ihtiyarlardan Allahü Teâlâ'nın mazur saydığı kimselerden başka bana örnek olabilecek bir kimse göremiyordum.
    Peygamber aleyhisselâm Tebük'e varıncaya kadar beni anmamış. Oraya gelince, halk arasında otururken:
    — Kâ'b bin Malik ne yaptı? diye sormuş. Seleme Oğullarından birisi:
    — Ey Allah'ın Resulü, onun kendine ve elbiselerine karşı olan gururu, onu bize katılmaktan alıkoydu, diye cevap vermiş. Fakat Muaz bin Cebel bu adama:
    — Ne kötü konuşuyorsun, Allah'a yemin ederim ki, ey Allah'ın Resulü, biz Kâ'b hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, diyerek karşılık vermiş. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm sükût etmiş ve bir şey söylememiş. Allah'ın Resulü bu halde iken uzaktan önündeki serabı hareket ettiren bir kimsenin gelmekte olduğunu görmüştü ve:
    — Her halde bu gelon Ebû Hayseme'dir, buyurmuştu. Bir de baktılar ki, gelen kimse hakikaten, sadaka olarak bir hurma getirdiği vakit münafıkların kendisi ile alay ettikleri Ebû Hayseme Ensâri idi.
    Allah'ın Resulünün Tebük'ten dönmek üzere hareket ettiğini duyduğum vakit, içime bir üzüntü çöktü. Bir yalan mazeret uydurmayı düşünmeye başladım ve yarın gazabından nasıl kurtulacağım? diyordum. Bu hususta aile ferdlerimin her birinin görüşlerinden istifade etmeye çalışıyordum. Ancak, Allah'ın Resûlü'nün gelmek üzere yaklaştığını haber alınca bu yalan kuruntularından kurtuldum. Nihayet hiç bir yalanla kurtaramayacağıma kanaat getirdim ve doğruyu söylemeye karar verdim.
    Peygamber aleyhisselâm sabah vakti geldi. Bir seferden döndüğü zaman, önce mescide uğramak sünneti idi. Orada iki rekat namaz kıldıktan sonra insanlarla görüşmek için oturdu. Harbe katılmayanlar geldiler. Her biri mazeretlerini yeminle destekleyerek Allah'ın Resulüne arzetmeye başladılar. Bunların tamamı seksenden fazla kişi idi. Peygamber aleyhisselâm onların dıştan ortaya koydukları mazeretleri kabul ederek kendileri için Allah'tan istiğfarda bulundu, işin hakikatini ise Allah'a havale etti.
    Daha sonra ben geldim. Selâm verdiğim vakit, Peygamber aleyhisselâm gadaplı bir kimsenin tebessümüne benzer bir şekilde gülümsedi ve bana::
    — Gel! buyurdu.
    Yürüdüm, önüne oturduğum zaman, bana:
    — Seni harbe katılmaktan alıkoyan nedir, hayvanlarını cihâd etmek için satın almamış miydin? diye sordu.
    Ben de: .
    — Ey Allah'ın Resulü, dünyada insanlardan senden başka kimle konuşsam, bir özür ileri sürmek suretiyle kendimi onun hiddetinden kurtaracağımı zannediyorum. Zira bende karşı tarafta bulunanı ikna etme kabiliyeti vardır. Ancak şunu katiyetle biliyorum ki, bugün sana mazeret olacak, seni aldatacak bir yalan uydursam, yakında Allahü Teâlâ'nın hakikati sana bildirip yine gazabını üzerime çekeceğimden korkarım. Seni bana gadaplandıracak işin doğrusunu söylediğim takdirde, yine bu meselede Allah'ın bana hayır veya afv ile muamele edeceğini umarım. Doğruyu söylüyorum. Allah'a yemin ederim ki, Tebük savaşına katılmaktan geri kaldığım esnada bir özrüm yoktu ve o vakit, her zamankinden daha güçlü ve daha varlıklı idim, diye söyledim.
    Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
    — Buna gelince, işte bu, doğruyu söyledi, dedi ve bana; kalk, git, Allah hükmünü verinceye kadar bekle! buyurdu.
    Hemen kalktım, arkamdan Seleme Oğullarına mensub bazı kimseler beni takip ettiler ve::
    — Allah'a yemin olsun ki, bundan önce bir kabahat işlediğini bilmiyoruz. Ancak harbe katılmayan diğerlerinin yaptığı gibi, bir özür bulup söylemeyi beceremedin. Halbuki Peygamber aleyhisselâmın senin hakkındaki istiğfarı, bu hatanın afvedilmesine yeterdi, dediler. Bu kınamalarında o kadar ısrarlı davrandılar ki, neredeyse Allah'ın Resulüne geri gelip yalandan bir mazeret arzedecektim.
    Ancak onlara dönerek:
    — Benden başka, benim söylediğim şekilde hareket eden kimseler oldu mu? diye sordum.
    Onlar:
    — Evet, oldu, dediler, îki kişi daha senin gibi söylediler. Allah'ın Resulü de sana söylediği gibi aynı şekilde onlara da konuştu, diye ilâve ettiler.
    — O iki kişi kimlerdi? diye sordum.
    — Merâre bin Rebîa Âmiri île Hilâl bin Umeyye Vâkıfî, diye cevap verdiler. Böylece bana örnek olabilen ve Bedir harbine iştirak etmiş bulunan iki hayırlı zâtları söylemiş oldular. Bu iki zâtın isimlerini bana haber verdiklerini duyunca, yürüyüp yoluma devam ettim.
    Fakat Peygamber aleyhisselâm, bu iki kişi ile beraber benimle de müslümanların konuşmasını yasakladı. Bu sebeple halk bizimle konuşmaktan sakınmaya ve bize karşı hareketlerini değiştirmeye başladılar. O derece ki, memleket bana yabancı bir memleket oldu ve o bildiğim belde olmaktan çıktı. Bu şekilde elli gece böylece kalıp bekledik. Bu iki arkadaşım bir eve kapanıp ağlayakaldılar. Ben ise kavmin en atak ve hareketli bir ferdi idim. Bu itibarla evimden çıkar, mescidde namaza iştirak ederdim. Kimse benimle konuşmadığı halde sokaklarda gezerdim. Allah'ın Resulüne gelir, kendisi namazdan sonra insanlarla sohbet ederken selâm verirdim ve içimden «Acaba selâmımı alıp dudaklarını kımıldattı mı?» diye düşünürdüm. Mescidde ona yakın yerde namaz kılar, gizlice gözetirdim. Namaz kılarken bana bakardı, fakat ben namazdan ayrılınca benden yüzünü çevirirdi.
    Müslümanların bu bana karşı olan soğuklukları uzayınca, bir defasında Ebû Katade'ye ait bahçenin duvarından atlayıp içeri girdim. Ebû Katade amcamın oğlu ve çok sevdiğim birisi idi. Kendisine selâm verdim, Allah'a yemin ederim ki, selâmımı almadı.
    Kendisine:
    — Ey Ebû Katade, Allah adına söyle! Sen benim Allah ve Resulünü sevdiğimi muhakkak bilirsin, dedim. Cevap vermedi. Yine Allah'a yemin ederek aynı şeyi tekrar ettim. Yine sükût etti. Üçüncü defa, Allah'a yemin ederek aynı soruyu tekrarladım. Bu sefer «Allah ve Resulü daha iyi bilir» diye karşılıkta bulundu. Bu sözler üzerine gözlerim yaşardı ve dönüp tekrar duvarı aşarak çıktım.
    Bir gün Medine çarşısında dolaşırken, Şam halkından Medine'ye satmak için yiyecek maddesi getirmiş bulunan bir iranlı rençber:
    — Bana Kâ'b bin Malik'i kim gösterebilir? diye halka soruyordu, insanlar kendisine beni işaret etmeye başladılar. Sonunda adam yanıma gelip, bana Gassan hükümdarından bir mektup verdi. Ben okuryazar bir kimse olduğum için, mektubu kendim okumaya başladım. Mektupta şöyle yazıyordu:
    — «Bundan sonra, şunu bil ki, arkadaşının (Peygamber aleyhisselâmı kastediyor) seni terkettiğini haber aldık. Şu halde onun yanında zillet ve ihanet altında yaşamak sana yakışmaz. Hemen bize gel, bolluk ve rahatlık içerisinde hayatını sürdürürsün!»
    Mektubu okumayı bitirince, «bu da ayrı bir belâ ve imtihan!» dedim. Derhal koşup ateşin içerisine atıp bu mektubu yaktım.
    Bu şekilde kaldığımız elli günün kırkıncı günü tamam olup bu hususta Allah'tan bir vahiy de gelmeyince, Peygamber aleyhisselâm tarafından gönderilen birisi gelip:
    — Allah'ın Resulü zevcenden uzak kalmanı emrediyor, diye söyledi. Ben:
    — Zevcemi boşayacak mıyım, yoksa ne yapayım? diye sordum. Adam:
    — Boşama, ancak ayrı yaşa ve münâsebetin olmasın, dedi. Peygamber aleyhisselâm benim gibi olan diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti.
    Bunun üzerine zevceme:
    — Ailenin yanına git ve bu hususta Allah'ın hükmü belli oluncaya kadar onların yanında kal! dedim.
    Bu arada Hilâl bin Umeyye'nin zevcesi Peygamber aleyhisselâma müracaat edip:
    — Ey Allah'ın Resulü, Hilâl ihtiyar bir adamdır, hizmet eden kimsesi "de yoktur. Kendisine hizmet etmeme izin verir misin? diye sordu. Peygamber aleyhisselâm:
    — Hizmetini yapabilirsin, ancak seninle münâsebette bulunmasın, buyurdu. Kadın:
    — Allah'a yemin ederim ki, onun hiç bir şey için bir hareketi yoktur. Vallahi bu iş başına geldikten sonra bugüne kadar devamlı olarak ağlamaktadır, dedi.
    Bunun üzerine aile ferdlerimden bazıları da bana:
    — Müsaade istesen, zira Peygamber aleyhisselâm zevcesinin Hilâl'e hizmet etmesine izin verdi, diye teklifte bulundular.
    Ben ise:
    — Hayır, böyle bir izin isteyemem, ben genç bir adamım. Kim bilir, Allah'ın Resulü böyle bir teklif karşısında bana ne der?! diye cevap verdim.
    Bundan sonra daha on gece bu şekilde kaldım. Bizimle konuşmanın yasaklandığı zamandan bu âna kadar elli gün tamam oldu. Bu ellinci gecenin sabahında evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım, îşte böyle, Allahü Teâlâ'nın tasvir ettiği gibi, vicdanımın sıkıştırdığı ve bütün rahatlık ve genişliğine rağmen yer yüzünün bana dar geldiği bir halde otururken, Sel Dağına çıkmış birisinin sesini duydum ki, alabildiğine yüksek bir sesle:
    — Müjde, ey Kâ'b bin Maliki diye bağırıyordu.
    Bu sesi işitince yerlere kapanıp şükür secdesi ettim. Bunun bir kurtuluş haberi olduğunu anlamıştım.
    Allah'ın Resulü sabah namazından sonra Allahü Teâlâ'nın bizim tevbemizi kabul buyurduğunu insanlara haber vermişti. Halk da bizi müjdelemeye koştular. Diğer iki arkadaşıma da müjdeciler koşuştu. Biri de atına atlayıp bana geliyordu. Bunun sesi müjdelemeye gelen atlının atından daha süratli ulaştı. Sesini işittiğim bu adam müjdelemek üzere yanıma geldiği vakit, müjdesinin karşılığı olarak üzerimdeki elbiseleri çıkarıp kendisine verdim. Vallahi o gün üzerimdekinden başka elbisem de yoktu. Birinden ödünç temin ederek bir kat elbise aldım ve Peygamber aleyhisselâmı aramaya çıktım, insanlar grup grup beni karşılıyor ve tevbemin kabulünü tebrik ediyor; «Allah'ın seni afvı mübarek olsun!» diyorlardı. Nihayet mescide girdim, Peygamber aleyhisselâm orada oturuyor, etrafında insanlar bulunuyordu. Ben girince Hazreti Talha bin Ubeydullah hemen kalktı ve koşarak gelip elimden- tutup beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden ondan başka kimse yerinden kalkmadı. Onun bana karşı olan bu sıcak alâkasını hiç bir zaman unutmadım. Peygamber aleyhisselâma selâm verdiğim zaman, mübarek yüzü sevinçten parlıyordu. Bana.:
    — Müjdeler olsun! Ananın seni doğurduğu andan bu zamana kadar geçirdiğin günlerin en hayırlısı, buyurdu. Ben:
    — Ey Allah'ın Resulü, bu lütuf ve ihsan senin tarafından mı, yoksa Allah tarafından mı? diye sordum. Peygamber aleyhisselâm:
    — Allah tarafındandır, buyurdu. Peygamber aleyhisselâmın sevindiği anda yüzü, ay parçası gibi parıl parıl parlardı. Biz bunun farkına varırdık.
    Peygamber aleyhisselâmın huzuruna gelip oturunca:
    — Ey Allah'ın Resulü, tevbemin cümlesinden, biri de, Allah ve Resulü uğrunda sadaka olmak üzere malımı dağıtmaktır, dedim. Peygamber aleyhisselâm:
    — Malının hepsini dağıtma, bir kısmını kendine bırak, böyle yapman senin için daha hayırlıdır, buyurdu. Ben de:
    — Peki, Hayber'deki hissemi kendime bırakıyorum, dedikten sonra:
    — Ey Allah'ın Resulü, Allahü Teâlâ beni doğruluğum sebebiyle kurtardı ve ben bundan böyle hayatta kaldığım müddetçe ancak doğruyu söylemeye ahdettim, dedim.
    Allah'a yemin ederim ki, bu ahdimi Peygamber aleyhisselâma bildirdiğim günden bu yana müslümanlardan bir kimseyi hatırlamıyorum ki, doğruyu söylemek hususunda Allah'ın beni imtihan ettiği gibi güzel bir imtihan vermiş olsun. Yine yemin ederim ki, bu ahdimi Peygamber aleyhisselâma söylediğim andan itibaren bu zamana kadar asla bilerek yalan söylemeye teşebbüs de etmedim. Allah'ın beni, hayatımın kalan kısmında da yalan söylemekten muhafaza etmesini ümid ve niyaz ederim.

    Kâ'b bin Malik radıyallahu anh diyor ki,

    İşte bu hadise üzerine Allahü Teâlâ:

    «Andolsun ki, Allah, Peygamber ile beraber bir kısmının kalbleri kısmî olarak sarsıldıktan sonra kendisine zorluk vaktinde tabi olan muhacirlerle, Ensârı da tevbeye muvaffak kıldı, sonra da tevbelerini kabul buyurdu. Zira o, çok esirgeyici ve çok bağışlayıcıdır. Harbden geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Zira, yeryüzü, bütün genişlik ve rahatlığına rağmen onlara dar gelmiş ve vicdanlarını sıkıştırmıştı da onlar, Allah'dan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar. Bundan sonra eski hallerine dönsünler diye, Allah onların tevbelerini kabul etti.

    Şüphe yok ki, Allah, ancak o tevbeyi en çok kabul eden, hakikaten esirgeyendir. Ey îman edenler, Allah'tan korunun ve doğru olanlarla birlikte olun.» (Tevbe Sûresi) mealindeki Ayet-i Kerîmeleri indirdi.

    Kâ'b bin Malik radıyallahu anh yine der ki;

    —— Allah'a yemin ederim ki, Allah bana, beni müslümanlığa hidayet ettikten sonra, Peygamber aleyhisselâma karşı yalan söylememekte diğer helak olanlar gibi helak olmaktan kurtulmak nimetinden daha büyük bir nimet ihsan etmedi. Çünkü Allah, o helak olanlar hakkında kimseye söylemediği şer vasıflarla tavsif ederek vahiy gönderdi ve: «Onlarla döndüğünüz vakit, kendilerinden vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecekler. Yaptıklarının cezası olmak üzere varacakları yerleri- de cehennemdir. Kendilerinden razı olmanız için size yeminde bulunacaklardır. Ancak siz onlardan hoşnud olsanız da Allah, fâsıklar güruhundan razı olmayacaktır.» (Tevbe Sûresi) buyurdu.

    Bir rivayette şöyle denilmiştir:

    (Kâ'b bin Malik insanlar bizimle konuşmaktan uzak durdular. Böylece bir müddet kaldım, O derece ki, bu, çok uzun göründü, ölüp de Peygamber aleyhisselâmın cenaze namazımı kılmayacağından başka ehemmiyet verdiğim bir şey yoktu. Yahut, ben bu halde iken Allah'ın Resulü vefat edip, beni bu vaziyet içerisinde insanlar arasında bırakmasından, kimsenin ben öldüğüm takdirde cenaze namazımı kılmamasından başka bir endişe ettiğim şey yoktu. Sonra Allahü Teâlâ, Peygamber aleyhisselâma ellinci gecenin yarısı geçtikten sonra Ümmü Seleme radıyallahu anhâ'mn yanında iken, bizim tevbemizin kabul edildiğine dâir âyetleri indirdi. Ümmü Seleme benim hakkımda daima iyi düşünen, hayrımı isteyen bir hâtûn idi.

    Peygamber aleyhisselâm kendisine:

    — Ey Ümmü Seleme, Kâ'bin tevbesi kabul buyuruldu, demişti de, Ümmü Seleme: .

    — Kendisine birini gönderip müjdeleyeyim mi? diye sormuştu. Allah'ın Resulü:

    — öyle yaparsan, insanlar üşüşür ve uykunuzdan alıkoyarlar, dedi.
    Nihayet Peygamber aleyhisselâm sabah namazını kıldıktan sonra, Allahü Tealâ'nın bizi afvettiğini müslümanlara haber verdi. Peygamber aleyhisselâm bir müjde ile karşılaştığı zaman, bir ay parçası gibi yüzü gözü
    parıl parıl parlardı
    •●쳭¯˚·._.•кαяşıуαкαℓι 35½•._.·˚¯쳭●•
    Bembeyaz bir dünyada seninle yaşamak varken, böyle uzakta durmak gücüme gidiyor.
    senin sevgini seninle paylaşmak varken seni sensiz yaşamak zoruma gidiyor.

  3. #23
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    dυѕLєяfσяυм üує

    Standart

    Namazın Fazileti
    Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
    - "Hz. Peygamber (aleyhisselatu vesselam)'ın şöyle söylediğini işittim:
    - "Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde hergün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı; ne dersiniz?"
    - "Bu ha!, dediler, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!.."
    Aleyhisselatu vesselam:
    - "İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler" buyurdu.

    ************************************************** *************
    DEHŞETİN AKLAŞTIRDIĞI SAÇLAR
    "Ölümünün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim." (Montaigne)
    Muğla'nın Milas ilçesinde yaşayan orta yaşlı bir adam, bir gece, hayatının akışını değiştiren dehşetli bir rüya görür.
    Rüyasında adam kendi ölümünü görmüştür. Öldükten sonra, vücudu teneşirde yıkanmış, kefelenmiş ve mezara defnedilmiştir.
    Rüya çok net ve berraktır. Adam mezara konulup yapılan dualar ve okunan Kur'an-ı Kerim ile birlikte üzeri topraklandıktan sonra kapkaranlık bir yerde yapayalnız kalır. Bir müddet sonra bulunduğu kabrin sağ tarafından bir menfez açılır ve içeriye iki kişi girer. Bunlar kendilerinin kabirdeki sual melekleri olan "Münker ve Nekir" olduğunu söylerler.
    Bu melekler, adamı alıp bulunduğu menfezden geçirerek başka bir yere götürürler. Götürdükleri yerde adamın önüne hemen bir terazi ve yanına da bir miktar üzüm koyarlar. O sırada karşıdan gelen bir adam belirir. Münker ve Nekir, Milaslı bu çiftçiden, karşısındaki adama üzüm satmasını söylerler.
    "Ölçtüğünüz zaman dürüst olun, tam ölçün. Doğru terazi ile tartın. Bu hem ticaretiniz için daha hayırlı, hem de akibet yönünden de daha güzeldir." (Kur'an-ı Kerim, İsra 35)
    Münker ve Nekir melekleri adamın sağ ve solunda muhafız gibi durarak satışa nezaret ederler. Kendisinin alış-veriş sırasında tartıda çok az bir haksızlık yaptığını gören Melekler, onu hemen tezgâhın başından aldıkları gibi çok büyük bir kapının yanına getirirler. Kapı, kale kapısı gibi çok büyüktür. Kapının yanına gelir gelmez kapı kendiliğinden açılır.
    Rüya sahibinin o anda gördüğü manzara çok korkunçtur. Kapının öbür tarafında müthiş bir yangın ve alevlerin içerisinde cayır cayır yanan insanlar vardır. İnsanlar bir taraftan yanmakta, bir taraftan da vücutları tazelenmektedir. Yanan insanların çıkardıkları canhıraş feryatları yürek dayanacak gibi değildir.
    Münker ve Nekir melekleri, adama bu dehşetli manzarayı gösterdikten sonra tekrar bir meydanın ortasına getirirler. Kendisine, biraz önce alışveriş sırasında işlediği suçun cezasının demin gördüğü gibi yanarak mı, yoksa başka bir şekilde mi verilmesini istediğini sorarlar.
    Adam, gördüğü o müthiş yangın manzarasındaki dehşetten ve bundan daha büyük bir ceza olamayacağı düşüncesiyle ateşe razı olmayıp bir başka cezaya razı olduğunu söylemesi üzerine, birden bire vücudunda yüzlerce derece bir hararetin başgösterdiğini bütün dehşetiyle hisseder. Dayanılmaz bir ıstırap, çekilmesi mümkün olmayan acı ve azap başlamıştır. Adamcağız, çektiği acının tesiriyle avazı çıktığı kadar feryad ve figan etmektedir.
    (Rüyadan gerçek hayata, yani rüyayı gören adamın evine döndüğümüzde, adam hakikaten de avazı çıktığı kadar bağırmakta, ortalığı ayağa kaldırmaktadır. Vakit gece yarısıdır. Adamın karısı ve bitişik odadaki iki yetişken oğlu bu korkunç çığlıklara uyanırlar. Sesler mahalleyi de inlettiğinden konu-komşu pürtelaş adamın evinde toplaşırlar. Adam ile hâlâ çığlık çığlığa feryada devam etmektedir. Herkes uğraşmakta fakat adamcağız bir türlü uyandırılamamaktadır.)
    Dönelim tekrar rüyaya... Adamın içine düşen yangından vücudu fokur fokur kaynamakta ve acı içinde kıvranmaktadır. Çektiği acı tahammül sınırının çok ötesindedir.
    Bir müddet geçtikten sonra, Münker ve Nekir'in işaretiyle ceza sona erdirilir ve adam çağrılarak şöyle denilir.
    "İşte gördün ve anladın ki, dünyada yapılan ufacık bir hatanın, adaletsizliğin ahiretteki cezası bu. Şimdi seni hayata, yaşadığın dünyaya iade ediyoruz. Bundan sonra hayatını bu gerçeğe göre tanzim et. Katiyyen en küçük dahi olsa bir haksızlık, adaletsizlik yapma."
    Bu müsaadeden sonra, adamcağız rüyasından gözleri yerinden fırlamış, beti benzi atmış, kan ter içinde uyanır. Ama bundan da önemlisi, adamın yüzünde, etrafını çevreleyen mahalle halkını hayret ve şaşkınlık içinde bırakan bir görüntü vardır. Siyah saçlı bu adamın bütün saçları, biraz önce rüyada gördüklerinin dehşetinden bir anda bembeyaz olmuştur. Evet bembeyaz...
    Milaslı bu adamı görüp hadiseyi nakledenlerin ifadesine göre, şimdi artık o, dehşetin aklaştırdığı saçlarıyla hayatını kılı kırk yaracasına hassas yaşamakta, bundan sonraki menzili olan kabir aleminde kendisine faydası olacak salih amellerin, güzel, hayırlı işlerin peşinden koşmaktadır.

    ************************************************** ***********
    YUSUFUN HİKAYESİ

    Kanallarında kuğuların, martıların ve ördeklerin gezindiği, güvercinlerin bu gezintiye kıyılardan eşlik ettiği, yemyeşil meralarında mübarek hayvanların tesbih ederek dolaştıkları bir köy kadar şirin küçük bir ülke olan Hollanda'da Müslüman olmuş bir Hollandalı ile tanıştık.

    Yeşil gözleri, beyaz teni ve kumral saçlarıyla tipik bir Hollandalıyı, pırıl pırıl bir çehreyle görmek pek alışılmış bir şey değildir. Bir arkadaşın evindeki sohbette karşılaştığımız bu "milyonda bir" talihliyle konuşmaya başladık:

    - İsminiz?

    - Yusuf.

    - Maşaallah... Peki, niçin bu ismi tercih ettiniz?

    - Yusuf Aleyhisselam-ı kuyuya atmışlar. Annem babam da beni 15 yaşımda sokağa attı.

    Bir anne ve babanın hayatlarını daha iyi yaşamak için evlatlarına tekmeyi yapıştırmalarını biz istesek de anlayamayız. Ama o böyle şeylerde çok karşılaştığını ima edercesine, dudağında acı bir tebessüm, bir tekme işareti yaparak anlatıyordu nasıl evden atıldığını.

    - Peki ya sonra?

    - Sonra ben çok kötü işlere girdim, hapishaneye düştüm. Allah'a dua ediyordum, "Allah'ım ne olur kurtar beni, hangi din güzelse onu seçtir bana" diye. Havasının soğuk, binaların soğuk, insanların soğuk olduğu bu ülkede böyle bir manzarayla karşılaşmak, sarp yamaçlarda tek tük biten çiçeklerle karşılaşmak kadar hayret vericiydi. Hapisten çıktıktan sonra dinleri araştırmaya başladım.

    Bir gün Müslümanlar'ın daveti üzerine gittiğim bir sohbette masanın üzerinde Kur'an-ı gördüm. Kur'an adeta konuşuyor, "Oku, oku beni" diyor, bir mıknatıs gibi beni kendisine çekiyordu. Daha sonra aldığım Kur'an mealini okudukça gözüm gönlüm açıldı ve hidayet bana nasip oldu.

    Yusuf Müslüman olduktan sonra İslam'ı yaşamak için çok gayret sarf etmiş; fakat maalesef etrafındaki eski kötü arkadaşları onun peşini bırakmamışlar. Yalnız kalan Yusuf eski günahlara meyleder gibi olmuş. İçine tekrar düştüğü zulmetlerden nasıl bir ikazla çıkarıldığını Yusuf şöyle anlattı:

    - Tekrar günah işlemeye başladığım zaman kendimi ateşin içine düşmüş gibi hissettim. Sanki vücudum yanıyordu. Garip şeyler duymaya başlamıştım: "İnneke fi zulümat" (Sen karanlıklardasın) sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Ne zaman gözüm harama kaysa "İnnallahe semian basira" (Allah herşeyi işiten ve görendir.) sesini duyuyordum.

    Bundan sonra Yusuf bu çevreyi terk etmesi gerektiğine karar verir.

    Bu arada bir gün, terasa bıraktığı motosikletinin üzerine komşusunun çocuğu çıkar, çocuk düşer ve ayağını incitir. Yusuf ise evde her şeyden habersiz, yeni sünnet olmuş, yalnız başına kalmaktadır:

    - Birden yine bir ses işittim: "Yusuf, kalk Allah'a dua et, seni öldürmeye geliyorlar." Ben de dua ettim:

    - "Allah'ım, şu şu arkadaşları benim evime gönder" dedim.

    Psikolojik rahatsızlıkları olan komşusu, birkaç kişiyi yanına alıp elinde bir zincirle kapıya dayanmış. Tam o sırada isim isim saydığı o arkadaşları gelmiş, kendisini kurtarmışlar.

    Yusuf, hayatının düzene girmesi için Müslüman birisiyle evlenmesi gerektiğini düşünmüş. O sıralarda evliliğiyle alakalı üç rüya görmüş. Birincisinde bir arkadaşıyla birlikte üçakla Türkiye'ye gidiyorlar. İkincisinde hanımının evini, kendisini ve isminin Fatma veya Fadime olduğunu, üçüncüsünde ise hanımıyla babası arasında bir tartışma görüyor.

    Aradan bir müddet geçtikten sonra bir Türk arkadaşı, evlilik hususunda kendisine yardımcı olmak istediğini söylüyor ve birlikte uçakla Türkiye'ye gidiyorlar. Konya'da birkaç kişiyle görüşüyor, fakat Yusuf rüyasındaki evi ve hanımını bulamıyor. Daha sonra bir köyden bir ailenin kızıyla görüştürmeye karar veriyorlar.

    Yusuf arabayla köye geliyor ve daha arabadan inmeden kızın ismini soruyor. Fatma olduğunu, bazen de Fadime diye diye hitap ettiklerini öğrenince sevincinden "Allahu Ekber!" deyip sıçrıyor.

    Evde, müstakbel gelinin ikram ettiği kahveyi içerken çok utandığını, buram buram terlediğini söyledi. Eski hayatını düşününce, onu değiştiren dinamiklerin ne kadar sağlam olduğunu bir kez daha tasdik ettik.

    Evlilikten sonra gördüğü rüyalardan hanımına da bahsetmiş. Hatta babasıyla aralarında geçen tartışmayı bile cümle cümle nakletmiş. Hanımı da:

    - "Sen nereden biliyorsun bunları" diye şaşkınlığını ifade etmiş. Kaderin garip bir cilvesi olarak kendisi de hep Avrupalı bir Müslüman'la evlenmek için dua edermiş.

    Yusuf başından geçen bir hadiseyi daha anlattı:

    - Bir gün Almanya'daki bir arkadaşımı çok özledim. Fakat bende adresi yoktu. Yine de Almanya'ya gittim. Bir taksiye bindim ve taksiciye beni herhangi bir camiye götürmesini söyledim. Caminin önünde inip kaldırımda yürürken arkamdan bir ses işittim: "Yusuf, ne arıyorsun burada?" Arkadaşım bana sesleniyordu.

    Bu tür garip hadiselerden ve daha önceleri duyduğu seslerden oldukça etkilenmiş olmalı ki, bir ara doktoruna bunların sebebini sormuş. Doktor, halüsinasyon deyip geçiştirmiş. Bize de sebebini sordu:

    - "Samimiyet ve ihlas" dedik.

    Samimiyette çevresine de oldukça tesir etmiş. Bir gün bir Türk arkadaşına:

    - "Sen cuma Müslümanısın" demiş. Arkadaşı böyle bir şeyi, sonradan Müslüman olmuş birinden işitince vurulmuşa dönmüş. Aradan çok geçmeden o da beş vakit namaz kılmaya başlamış.

    Bir gece rüyasında şeytanı görmüş, şöyle anlattı rüyasını:

    - Elinde süslü süslü yüzükler vardı. İnsanlar sıraya girmiş elini öpüyordu. Ama ben öpmedim.

    Yusuf, dünyanın süri ve fani güzelliklerinin insanı tatmin edemeyeceğini idrak etmiş. Şimdi dünyaya değil, Allah'a teslim olmuş kardeşlerini hararetle kucaklıyor.
    Hayatın geçmiş ve gelecek aynaları arasındaki yansımaları kaderi cilveler halinde tezahür etmiş. İlkokula giderken Arapça harfleriyle "Allah", "Allah" yazdığını şimdilerde fark ettiğini söyledi. (Yusuf Alan)
    •●쳭¯˚·._.•кαяşıуαкαℓι 35½•._.·˚¯쳭●•
    Bembeyaz bir dünyada seninle yaşamak varken, böyle uzakta durmak gücüme gidiyor.
    senin sevgini seninle paylaşmak varken seni sensiz yaşamak zoruma gidiyor.

  4. #24
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    dυѕLєяfσяυм üує

    Standart

    GELİN KULAĞINA KÜPE
    İslam öncesi dönemde yaşayan Ümame isimli akıllı bir kadın, kızı Ünas'ı, Kinde krallarından Haris ile evlendirdiğinde, hala değerini koruyan şu unutulmaz nasihatları yapmıştı:
    - "Kızım, eğer bir kızın ana-babasının servetinden dolayı kocasına ihtiyacı olmasaydı, senin herkesten ziyade müstağni (ihtiyaçsız) olman lazım gelirdi. Fakat öyle değil; erkekler bizim için yaratıldığı gibi, biz de onlar için yaratılmışızdır.
    Kızım, sen ana-babanın evinden, büyüyüp yürüdüğün yuvadan çıkıp, bilmediğin ve şimdiye kadar alışmadığın, ülfet etmediğin bir adamın evine gidiyorsun. Şimdi, onun rızasını gözetip kendisine itaat et ki, o da sana kul-köle gibi olsun; seni sevip hoşnut olman için gerekeni yapsın. Ben şimdi sana on şey söyleyeceğim. Onları kavra ve gereğince hareket eyle ki, eşinle güzel geçinebilesin:
    1- Sana yiyecek ve giyecek her ne getirirse, onu yürekten kabul etmelisin; kanaat sahibi olmalısın.
    2- Emrettiği uygun şeyleri yapmalı, yasaklayıp yapma dediği şeyleri yapmamalısın.
    3- Evin içini ve üstünü başını temiz tutmaya dikkat etmelisin.
    4- Güzel görünüp güzel kokmalısın ki, kocan senden iğrenmesin; gözünden düşmeyesin.
    5- Uyuduğu ve yemek yediği vakitlere dikkat etmelisin. Bunları hangi vakitte yapmayı alışkanlık haline getirmişse, o vakitleri gözetip yemeğini ve yatağını hazırlamalısın. Çünkü açlık ve uykusuzluk insanı öfkelendirir.
    6- Kocanın malını muhafaza etmeli, israf ve teleften korumalısın.
    7- Onun itibarını gözetmeli, hısım ve yakınlarına da saygılı olmalısın.
    8- Ona isyan etmemeli, işine muhalefette bulunmamalısın.
    9- Sırrını elaleme ifşa etmemelisin. İşine isyan edersen sana kin duyar, sırrını ifşa edersen eziyet ve cefasından kurtulamazsın.
    10- Kocan kederli iken ferah olmayasın, neşeliyken de keder göstermeyesin.

    ************************************************** ***

    hakimin üç kusuru
    Hz. Ömer, hilafeti zamanında Hımıs ileri gelenlerine bir mektup yazıp, çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek yardım edeceğini bildirdi. Hımıs'lılar Şam ve civarında bulunan fakirlerin bir listesini Halife Hz. Ömer'e arzettiler. Hz. Ömer gelen listeyi açıp baktığında listenin başında kadı olarak tayin ettiği Sa'd bin Amir'in ismini görüp listeyi getirenlere hakiminin mali durumunu sordu. Onlar, (Hakimimiz hakikaten gayet fakirdir. Elinde avucunda olanı fakir fukaraya dağıtıyor, rüşvet olacağı korkusundan, bizim de en küçük bir hediyemizi bile kabul etmiyor) dediler.

    Hz. Ömer sordu:
    - Allah'tan bu kadar korkan hakiminizin hoşunuza gitmeyen tarafları da var mı?

    Evet diyerek kusurlarını şöyle sıraladılar:
    1- Vazifesine sabah namazından sonra başlaması gerekirken kuşluk vakti başlıyor.
    2- Evine çekilir aramıza girmez.
    3- Haftada bir gün, evinden dışarı bile çıkmaz. Kapısı arkasından kilitlidir.

    Hz. Ömer, onlara bir kısım erzak ve giyecek vererek gönderdi. Hakim Sa'd bin Amir'i de bunların sebebini öğrenmek üzere huzuruna davet etti.

    Hakim, Hz. Ömer'in huzuruna gelince durumu anlattı:
    Birinci kusurum; ailem hasta olduğundan evin bütün işlerini bizzat kendim görüyorum ve bu sebepten vazifemin başına ancak kuşluk vakti gelebiliyorum.

    İkincisi ise; akşam olunca gün boyu yaptığım işlerin muhasebesini yapıyor acaba yaptığım işlerde bir kusurum var mı diye onu tetkik ediyorum.

    Üçüncüsü; sırtımdakinden başka giyecek elbisem yoktur. Haftada bir gün giydiğim çamaşırlarımı yıkıyor temizlik işleri ile meşgul oluyorum. Hatta evimde bile üzerime alacak bir elbisem olmadığından yıkadığım çamaşırlarım kuruyuncaya kadar hiçbir kimseyi görüşmeye bile kabul edemiyorum.

    Sa'd bin Amir'in bu izahatı karşısında Hz.Ömer çok memnun oldu ve ondan sonra Sad'ı hatırladıkça, (Ah Sa'd ah, Allah korkusu seni ne kadar yüceltmiş) der onunla iftihar ederdi.

    ************************************************** *******

    Elena'nın HİDAYETİ
    Bu sabah da diğer günlerden farksızdı: Yine bildik, yine ezansız... Böyle mi olurdu oysa, memlekette sabahlar... Sarıca Hafız fecir vakti kuşlardan evvel uyanır, şerefeden bir ezan okurdu ki, ılık Harameyn rüzgârları eserdi Akçapınar'ın üstünden. Ayakları kendiliğinden caminin yolunu tutar, samimiyetleri yüzlerinde ak ak olmuş insanlarla aynı safta ötelere kanatlanır, memleketinin gül yüzlü insanlarıyla namazını eda eder ve evine dönerdi. Döndüğünde anacığı kahvaltısını hazırlamış olurdu. Ya Şimdi... Soyduğu patatesi bıçağın altına koydu, aynı ses yankılandı daracık mutfağın duvarlarında: hırt... hırt... hırt...
    Namazdan sonra Ahmet'le Veysel uyumuş, kahvaltı hazırlama işi ona kalmıştı. Bu sabahki duygularını tarif edemiyordu. Üzgün müydü, yoksa endişeli mi? Neydi kendisini alıp götüren bilmiyordu; yalnızca kızgın olmadığından emindi o kadar. Duygularını teşhis edememenin sıkıntısıyla ikinci patatesi aldı: hırt... hırt... hırt...
    Doğradıklarını ocağa koyarken, "Hislerim belki de hasretimin farklı bir tezahürüdür." diyerek memleket hasretiyle bir iç çekti; vatanından bu kadar uzakken insan iç çektikçe yalnızca ateşini artırırmış. Onun da öyle oldu; ama "olsun!" dedi içinden, "olsun!" Ardından kelimelerini değiştirdiği bir Anadolu türküsü döküldü dudaklarından: “Bir can bir dâvâyı severse, üç aylık yolda ne var.”
    Patatesler kızarıncaya kadar, bu sözleri tekrarlayıp durdu. Pişirdiği patatese iki yumurta kırdıktan sonra gidip arkadaşlarını uyandırdı. Kahvaltıya oturduklarında üçü de suskundu, yalnızca çatal-kaşık sesleri vardı. Mustafa'daki durgunluğu fark eden Veysel: "Mustafa pek durgunsun bugün, hayırdır kardeşim?" dedi. Mustafa konuşmaya pek niyetli görünmüyordu "Yok bir şey!" dedi. Bir sessizlik çöktü etrafa. Nedense biraz sonra Mustafa açıldı: "Dün okula giderken saçı ağarmış, beli bükülmüş bir Rus kadınına rastladım. Bir elinde değnek, bir elinde poşetler zar zor yürüyordu." İki arkadaş dikkat kesildi. Mustafa devam etti: "Yanından geçtiğimde 'Evlâdım bana biraz yardım eder misin?' dedi.Tereddütsüz ellerimi uzatıp poşetlerini aldım, gösterdiği istikamete doğru yola koyulduk. 'Az ilerideki parkta biraz dinlenelim evlâdım çok yoruldum.' demesi üzerine, parkta oturup, konuşmaya başladık. Kadın isminin Elena olduğunu söyledikten sonra oğlu ve gelininin kendisine çok kötü davrandığını, hatta pazara çıkıp bulaşık yıkamazsa, kendisini evden atacaklarını, kendisini yalnızca torunu Oleg'in sevdiğini uzun uzun anlattı. Ben de okumak için Türkiye'den geldiğimi söyledim. Bunun üzerine Elena Teyze şaşırarak, 'okumak için başka yer bulamadın mı evlâdım?' dedi. Gülerek, 'Sudba (kader), teyze!' dedim.
    Sohbetimiz koyulaştıkça kendisine Türkiye'den bahsetmemi istedi. Ben de dilimin döndüğünce anlattım. Bir ara, 'Yaşlılarınıza nasıl davranırsınız?' dedi. Ben de Peygamberimiz'in (sas) 'İçinizdeki yaşlılar olmasaydı, belâ ve musibetler üzerinize sağnak sağnak yağardı.' hadîsi sebebiyle ihtiyarlara saygılı davrandığımızı anlattım. Elena Teyzenin pür dikkat dinlediğini görünce, mukaddes kitabımızın, 'Ananıza-babanıza uf bile demeyiniz, Allah'ım anne ve babam küçükken bana nasıl merhamet edip gözettilerse, Sen de onlara öyle merhamet et.' şeklinde dua etmemizi istediğini anlattım. Cennetin anaların ayakları altında olduğu hadîsinin yoğurduğu bir kültürle beslendiğimizi ve Allah'ın rızasının anne ve babalara iyi davranmakla kazanılacağına inandığımızı anlatttım. Elena Teyze, büyük bir dikkatle dinliyordu. Sözün burasında buğulanmış gözlerini gözlerime dikti, suskun dudakları kıpırdadı: 'Öteki âlem mi?' dedi. 'Evet' dedim. 'Her gecenin ardında bir sabah, her kışın ardında bir bahar olduğu gibi, dünya hayatının ardında da âhiret vardır. Annemizin karnını terk edip dünyaya geldik, dünyayı terk ettiğimizde de âhirete gideceğiz. Orada sonsuza kadar yaşayacağız. Cennete girenler için hiçbir dert olmayacak. Ne yaşlılık ve yaşlılığın meşakkatleri, ne de gelinleri ve dünyaya getirdiği çocukları tarafından sevilmemenin ızdırabı.' Elena Teyze heyecanla, 'Bunu kim söylüyor?' dedi. 'Bunu Hazreti Muhammed (sas), Hz. İsa (as), Hz Musa (as), Hz. İbrahim(as) gibi Allah'ın gönderdiği binlerce peygamber ve bu peygamberlere iman etmiş, âlimler, veliler, Hz. İsa'nın (as) havarileri ve onların etrafındaki azizler söylüyor.' dedim. Elena Teyzenin heyecanı iyiden iyiye arttı. 'Cennete girmek için ne yapmak gerekiyor?' dedi. Ben de şöyle dedim: 'Yalnızca bizi yaratan Allah'ın sevdiği bir hayat yaşayacağız. Onun için Allah'ın bizi neden yarattığını, öldükten sonra nereye gideceğimizi verdiği sonsuz nimetler karşısında bizden ne istediğini, insanlardan seçtiği peygamberlerle bildirmiş; peygamberler de hayatlarıyla insanlara örnek olmuştur. Allah'ın istediği hayat tarzı, peygamberlerin bize gösterdiği hayat tarzıdır. Efendimiz'in (sas) son peygamber ve yolunun da en mükemmel yol olduğunu anlatacaktım ki, Elena Teyze, 'Nasıl Müslüman olabilirim?' dedi. Bir an yüzüne baktım sonra, 'Şehadet getirerek.' dedim. Bunun üzerine Elena Teyze bana birkaç kere Kelime-i Şehadet'i tekrarlattı, ardından kendisi de bozuk bir telaffuzla şehadet getirdi. Daha sonra birkaç kere beraber şehadet getirdik.”
    Mustafa'nın sözleri, hıçkırıklarla kesintiye uğradı. Arkadaşları Ahmet ve Veysel de gözyaşlarına iştirak etti. Bin gurbetin acısı, milyon hasretin yangını Elena'nın Müslüman olması karşısında o kadar küçük kalıyordu ki...
    Mustafa devam etti: "Beraber Kelime-i Şehadeti tekrarladıktan sonra Elena Teyze iyiden iyiye artan bir heyecanla, 'Müslüman olmak bu kadar kolay mı? Yani ben şimdi Müslüman oldum mu?' diye sordu. Ben de her seferinde 'Evet!' diyordum. Sonra Elena Teyze buralara gelişimizin hikmetini yumak yumak çözen sözleri kulaklarıma doldu: 'Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Rüyamın gerçek olmasına vesile oldun. On yıl önce şu anda yaşadıklarımızı ve Müslüman olduğumu rüyamda görmüştüm.' Yine bir gözyaşı nöbetine tutuldu üç arkadaş. Mustafa konuşmasını sürdürdü: "Kim bilir, dünyanın birçok yerinde nice Elena, rüyalarını gerçekleştirecek, kendilerine İslâm'ı anlatacak insanları bekliyordur. Elena Teyzenin sevincine diyecek yoktu: 'Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum evlâdım. Çok sağ ol! Çok sağ ol!' dedi ve ayağa kalktı. Ben de onunla beraber ayağa kalktım. Poşetleri almak istediğimde Elena Teyze müsaade etmedi: 'Sen okuluna geç kalma evlâdım. Ben kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Kuş gibiyim.' dedi. Gerçekten yüzüne bir canlılık gelmişti. Poşetlerini eline aldıktan sonra, 'Beni unutma evlâdım. Beni ziyarete gel. Ben şu ışıkların karşısındaki apartmanda kalıyorum.' dedi. Bir iki adım attıktan sonra, yine bana dönerek 'Beni unutma tamam mı evlâdım, ziyaretime gel.' dedi ve ayrıldık."
    Üçü de kahvaltıyı unutmuştu. Elena Teyzenin hidayetiyle Allah (cc) öyle bir ziyafet vermişti ki onlara, bu semavî sofrada gıdalandıktan sonra kahvaltıya iltifat eden mi olurdu? Ertesi gün onu ziyarete karar vererek, sofradan kalktılar. Üçünün de içi kıpır kıpırdı. Beraber Elena Teyzenin evine giderlerken âdeta uçuyorlardı. Tarif edilen eve geldiklerinde Mustafa titrek ellerle zile dokundu. Biraz sonra sarışın, mavi gözlü bir Rus delikanlısı tarafından kapı açıldı. Gözleri kızarmış bu delikanlıya, Mustafa: "Elena Teyze evde mi acaba?" diye sordu. Adının Oleg olduğunu söyleyen delikanlının bakışları öne düştü, dudakları titredi: "Ninem dün ..." dedi, devamını getiremedi. Nemli gözleri anlattı Elena Teyzenin akibetini anlatıyordu.
    Oleg devam etti: "İki gün önce okuldan dönerken, ninemle parkta karşılaştık. Elindeki yükleri alıp evin yolunu tuttuk. Karşıdan karşıya geçerken, nineme araba çarptı. Yaralı olarak hastahaneye kaldırdık, dün de öldü." Mustafa o günü yeniden düşündü. Elena Teyzenin: "Okuyacak başka yer bulamadın mı evlâdım?" sorusuna verdiği cevap, dudaklarından döküldü: "Sudba..! (kader)"
    Oleg, kim olduklarını sorduğunda, Mustafa kendisini ve arkadaşlarını tanıttı. Bunun üzerine Oleg'in gözleri parladı. "Demek Mustafa sizsiniz. Babaannemi hastahaneye kaldırdığımızda, sürekli isminizi tekrarlıyor ve hiç duymadığım ve anlamadığım şeyler sayıklıyordu. Söylediği o garip kelimelerden sonra, her seferinde yüzünde bir tebessüm beliriyordu. Dün gece, son defa o kelimeleri mırıldanarak hayata gözlerini yumdu."
    Üçü de donup kalmıştı. Oleg, içeri gidip biraz sonra elinde bir kâğıtla geri geldi. Kâğıdı Mustafa'ya uzatarak, "İşte babaannemin ölmeden önce tekrar ettiği kelimeler.." dedi. Mustafa kâğıdı alıp arkadaşlarına gösterdi. Kâğıtta Kiril alfabesiyle şehadet cümlesinin, "Eşhedü... illallah, Muhammeden... abduhu..." kelimeleri vardı.
    •●쳭¯˚·._.•кαяşıуαкαℓι 35½•._.·˚¯쳭●•
    Bembeyaz bir dünyada seninle yaşamak varken, böyle uzakta durmak gücüme gidiyor.
    senin sevgini seninle paylaşmak varken seni sensiz yaşamak zoruma gidiyor.

  5. #25
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    dυѕLєяfσяυм üує

    Standart

    YEDİĞİN LOKMAYA DİKKAT ET!
    Şâh-ı Nakşibend (k.s.) hazretleri, tasavvufdaki hallerinni kaybolduğunu söyleyen bir talebesine; 'yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını araştır' buyurmuştur. Talebesi araştırdığında, yemeğini pişirirken ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir odun yakmış olduğunu tesbit ederek tevbe etmiştir.
    'Namazda hudû ve huşû nasıl elde edilir?' diye sorulunca da cevaben buyurdu ki:
    '' Huzurlu bir halde hâlal lokma yiyeceksiniz. Huzur ile abdest alacaksınız ve namaza başlarken iftitah tekbirini kimin huzuruna durduğunuzu bilerek, düşünerek söyleyeceksiniz.'
    Hâce Hazretleri, kendisine karşı edepsizlik yapan bir kimseye kızmayıp, tebessümle karşıladı. Fakat edepsizlik yapan kimse büyük bir derde düşüp, helâk olacak hâle geldi. Hatasını anlayıp tevbe etti. Şâh-ı Nakşibend hazretleri bir ara o adamın evinin önünden geçerken, içeri girip hâlini sordu:
    '' Allah Teâlâ şifâ vericidir., korkma iyileşirsin' dedi. O kimse bu söz üzerine kalkıp:
    ' ' Efendim size karşı edepsizlik ettim, hatırınızı incilttim, beni affediniz.' dedi. Şâh-ı Nakişbend hazretleri buyurdu ki:
    '' Kalbimiz o zaman incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin kılıcı kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşid merhamet sâhibidir. Kimseye kılıç vurmaz. İnsanlar (belâsını arayanlar) gelip kendilerini o kılıca vururlar.

    ************************************************** ********
    CAMİ VE KİLİSE

    Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi.
    "Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.
    Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:
    -Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...

    Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:
    -Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur

    ************************************************** *********

    BİR GENCİN TÖVBESİ
    Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip
    " (Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu.
    Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti.
    Oradakilere:
    -Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
    -Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler.
    Musa aleyhisselâm:
    -Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler.
    Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti:
    -Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
    Allahü teâlâ:
    (Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu.

    ************************************************** *********

    Hz Peygamberin Selâmı
    Sultan III Osman'ın (padişahlığı 1754-57 yılları arası) sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa başarılı ve yetenekli bir devlet adamı, oldukça dindar bir kimse idi Bu Ali Paşa zamanında bir tüccar iflas etmiş, bütün mal ve servetini kaybetmiş, üstelik bir de borca girmişti Bu sıkıntılı durumda iken müracaat ettiği bütün eş-dost kapıları, bu durumdaki herkese yapıldığı gibi yüzüne kapanmıştı Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir gece rüyasında Peygamberimizi gördü ve O'ndan yardım ve destek istedi Peygamberimiz ona "Git Allah'ın makbul kulu Ali Paşa'ya benden selam söyle sana 100 altın versin" dedi Adam, "Ya Rasûlallah ben Ali Paşa'ya selamınızı iletir, bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim ama bana inanmaz" dedi Hz Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "Sana inanması için ben sana belge vereceğim Ali Paşa bana her akşam yüz salavatı şerife okurdu, ama geçen perşembe akşamı okumadı Bunu ona söylersen sana inanır" Sabah olunca adam hemen Ali Paşa'ya koştu Rüyasını anlattı' Ali Paşa "Peygamberimiz bana niye söylemiyor da sana söylüyor?" diye inanmak istemedi Adam Hz Peygamberin verdiği belgeyi öne sürdü: "Efendim ben bana inanmayacağınızı Hz Peygamber'e söyledim O da bana bir belge verdi Siz her gece Efendimize yüz salavatı şerife okuyormuşsunuz, ama geçtiğimiz perşembe akşamı okumamışsınız" Ali Paşa düşünmüş o gece hakikaten okumadığını farketmiş Bunun üzerine adama şöyle der: "Peki Hz Peygamber sana ne söyledi ise aynen tekrarla" Adam tekrarladı: "Ali Paşa'ya benim selamımı söyle sana 100 altın versin" Ali Paşa "Bir daha söyle" diye tam yedi defa tekrarlattı Adam, Ali Paşa'yı kendisiyle alay ediyor sandı ve paradan da ümidini kesmişti ki, Ali Paşa "Sana Peygamberin her selamı için 100 altın vereceğim Yedi defa tekrarlattım 700 altın eder" der ve gerçekten 700 altını verir

    ************************************************** ********

    GERÇEK GÜN YÜZÜNE ÇIKINCA
    Zülkarneyn Aleyhisselam ordusuyla gece yolda giderken ordusuna "ayağınıza takılan şeyleri toplayın" diye emir verir. Ordu bu emri duyunca; içlerinden bir grup:

    -"Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımızı takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız. Hiçbir şey toplamayalım" diyerek hiçbir şey toplamıyorlar.

    İkinci grup ise;
    -" Madem Komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordun komutanına itaat etmek gerekir." diyerek az bir şey topluyorlar.

    Üçüncü grup ise;
    -"Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmete mebnidir" diyerek bütün abalarını ağzına kadar doldururlar.

    Sabah olduğunda bir de bakıyorlar ki, meğer bir altın madeninden geçmişler de, ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar. Bunu anlayınca:

    Hiç almayan birinci grup;
    -"Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke alsaydık! Bir tane bari alsaydık" diyerek pişman oluyorlar.

    Az alan ikinci grup ise;
    -"Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık" diye sitem ediyorlar kendilerine.

    Çok alan üçüncü grup ise:
    -"Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım, daha çok toplasaydım. Her şeyimizi doldursaydık, daha fazla alsaydık" diyerek, fazla almalarına rağmen üzülüyorlar.

    İşte bu misalde olduğu gibi, Ahirette bütün insanlarda bunun gibi ağıtlarda bulunacak.

    Kafir olan;
    - "Keşke iman etseydik, keşke inansaydık da hiç olmasa Cehenneme girdikten sonra iman etmemiz sonucunda Cennete girseydik,ebedi cehennemden kurtulsaydık,"

    Mü’min, fakat az sevabı olan;
    -"Keşke biraz daha sevap işleseydim de, biraz daha ikrama mazhar olsaydım."

    Mü’min,çok sevabı olan ise;
    -"Ah ne olaydı da Makamımı biraz daha yükseltecek bir vakit daha namaz kılsaydım, biraz daha fazla sadaka verseydim,oruç tutsaydım, biraz daha sevap işleyecek ameller yapsaydım..." diyeceklerdir.

    Rabbim bu misallerden ders alıp, Ahirette pişman olmayacağımız ameller işlemeyi nasip eylesin..
    •●쳭¯˚·._.•кαяşıуαкαℓι 35½•._.·˚¯쳭●•
    Bembeyaz bir dünyada seninle yaşamak varken, böyle uzakta durmak gücüme gidiyor.
    senin sevgini seninle paylaşmak varken seni sensiz yaşamak zoruma gidiyor.

  6. #26
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    dυѕLєяfσяυм üує

    Standart

    Hz.Ömer ve Çocuk
    Hazret-i Ömer (r.a.),erkenden mescid-i şerife giderken ,küçük bir çocuğun koşarak camiye gittiğini gördü.''Yavrum ,ne oldu böyle acele acele camiye koşuyorsun?''
    Çocuk:''Namaza gidiyorum efendim,namaz vakti yaklaştı ,abdestim yok,ezan okunmadan abdest alacağım''dedi.
    Hz.Ömer:''Yavrum sen daha çok küçüksün ,sana namaz farz olmamıştır .''buyurdu.
    Çocuk:''Efendim ,bu işin büyüğü.küçüğüol ur mu?Dün benden küçük bir çocuk vefat etti .''dedi.
    Hz.Ömer (r.a.),çocuğun bu sözlerinden çok duygulandı ,çok ağladı .''Ya Rabbi ! Bu çocuk ne iyi ,ne akıllı çocuk.''dedi.

    ************************************************** *******

    RIZKIMI VEREN ALLAH
    Hz.Süleyman hayvanların dilinden anlayan bir peygamberdi. Bir gün yerde bir karınca görünce ona:

    _Ey karınca senin bir yılda yediğin yiyecek ne kadardır ?diye sorar
    karınca:
    _Benim bir yılda yediğim bir arpadır.Hz.süleyman bir arpayı ve karıncayı alır.bir kutuya koyar.Eğer doğru söylüyorsan bir yıl sonra bunu yediğini görürüm.der
    Aradan bir yıl geçer.kutuyu açar.Bakarki karınca ve yanında yarım arpa duruyor .Karıncaya der ki:
    _''Hani sana bir yılda bir arpa yeterdi oysa arpanın yarısı duruyor .''karınca:

    _Evet ,bana rızkımı Allah verdiğinde ben bir arpa yerdim.Ama şimdi rızkımı sen vesile olup vermeye kalktın.Sen bir Peygamber ama nihayetin de bir kulsun.Beni unutursun diye geri kalan arpayı yemedim.Oysa Rabbim beni asla unutmaz.O HERŞEYE KADİR OLAN DEĞİL MİDİR?

    ************************************************** ***********

    Elhamdülillah Müslümanız

    Kafkas kartalı diye anılan İmam Şamil, çarlık Rusya'sının düzenli ordularına karşı Kafkasya'nın bağımsızlığı için bir avuç fedakar ve sadık adamıyla uzun yıllar mücadele vermiş bir lider ve kahramandı Çarlık Rusya'sının her imkana sahip orduları karşısında, insan da dahil eksilen hiç bir-şeyi yerine koyamadığı için sonunda mağlup olmuş ve esir düşmüştü Fakat Rus çarı onu, cesaret ve kahramanlığına hayranlığından dolayı bir esir gibi değil bir misafir gibi karşılamıştı Üstelik sarayında Şeyh Şamil için bir de ziyafet düzenledi Yemek devam ederken, Çar kaba bir tarzda imam Şamil'in iştahlılığını iğnelemeye kalkıştı ve "Yahu bu adam beni de yiyecek" dedi Şeyh Şamil bu,sözün altında kalmadı Misafirini, iğnelemekten çekinmeyen bu kaba Rus'a tereddütsüz şu sözü söyledi: "Elhamdülillah biz Müslümanız, domuz eti yemeyiz"

    ************************************************** ********

    İmam-ı Azam ve Kadılık Zamanında İmam-ı Azam ile herhangi bir konuda tartışmaya girip de galip çıkan görülmemiştir. Hem derya gibi ilmi, hem de herkese nasip olmayan zeka ve mantığı sayesinde hepsinden kendisi galip çıkıyordu.

    Abbasi Halifesi Me'mun İmam-ı Azam'ı Kufe'ye kadı yapmak istiyordu. İmamı çağırdı ve bu niyetini açıkladı. İmam-ı Azam yönetimin yanlışlıklarına alet olmamak için bu teklifi kabul etmedi.

    - Ben kadılık yapamam, dedi.

    Halife de herkes de kabul ederdi ki ondan iyi kadılık yapacak bulunamazdı. Bu nedenle Halife sert çıktı:

    - Yalan söylüyorsun, sen kadılık yaparsın!

    İmam-ı Azam akan suları durduracak şu cevabı verdi:

    - Eğer ben yalan söylüyorsam, yalan söylediğim için kadılık yapamam, çünkü yalancıdan kadı olmaz. Eğer "yapamam" dediğim zaman doğru söylüyorsam, sözümün gereği olarak kadılık yapamam. O halde her iki halde de kadılık yapamam,

    ************************************************** ********

    Hz. Ömer ve Namaz

    Ateşgede, İranlı bir köle, Hz. Ömer Efendimizi namaz kılarken sırtından hançerlemişti. Namazını tamamlamak için belini doğrultmaya çalışıyordu. Yanındakiler, "Sen namaz kılamazsın." dedikçe, o "namaz" diyor, Rabb'ine "namaz" diyerek yürüyordu. Kendini kaybetmeye başlamıştı. Adeta komaya girmişti. Uyandırmaya çalışıyorlar, bir türlü muvaffak olamıyorlardı.
    Bir ara içeriye ashabın gençlerinden Misver İbn-i Mehrame girdi. "Emir-ül Mü'minin'i uyandıramıyoruz!" dediler. Yaşı gençti ama, Ömer'i çok iyi anlamıştı:
    - Emir-ül Mü'minini namaza çağırın, dedi.
    Birisi, ağzını kulağına doğru yaklaştırdı:
    - Es salâh Ya Emir-ül Mü'minin,dedi. "Namaza ey mü'minlerin emiri!" diyordu.
    Bıçak keser, ateş yakar, su ıslatır, Ömer namaza çağrılınca kalkardı. Uyuyan ve birkaç defa çağrıldıktan sonra "Geliyorum!" diyen bir insanın telaşıyla:
    - Ha Allahi izen. "Tamam şimdi kalktım!" diyerek doğrulmaya çalıştı.

    ************************************************** *******

    40 Sene Yatsı Abdestiyle Sabah Namazı
    İmam-ı Âzam Hazretleri hakkında, "Kırk sene, yatsı abdestiyle sabah namazını kılmıştır" denir, doğrudur.
    Hazreti İmam, giderken iki kişinin kendisi hakkında "İşte yatsı abdestiyle sabah namazını kılan zat budur" diye konuştuklarını duyar. Bunun üzerine:
    - Yâ Rabbi, bu insanları yalancı çıkarma. Ben, senin huzuruna bende olmayan bir sıfatla çıkmaktan haya ederim, diyerek ondan sonra yatsı abdestiyle sabah namazını kılmaya başlamış ve bu 40 sene devam etmiş.
    Hazreti İmam'ın namaz kıldığı mescidin müezzini anlatıyor:
    - Yatsı namazını kılıyorduk. İmam namazda "Zilzal" sûresini okudu. Cemaat içinde İmam-ı Âzam da vardı. Namaz bitti, herkes çıktı. İmam-ı Âzam tefekkür halinde, olduğu gibi duruyordu. Onu rahatsız etmemek için kandili yanar vaziyette bırakarak çıktım. Onun mescidde kalacağını tahmin ederek kapıyı kilitledim. Sabah ezanını okuyup içeri girdiğimde, o hâlâ ayakta ve sakalını eline almış şöyle yalvarıyordu:
    - Ey zerre kadar hayrı da, zerre kadar şerri de karşılıksız bırakmayan Allah'ım. Bu kulunu cehennem azabından ve ona yaklaştıran şeylerden koru. Bu kulundan rahmetini esirgeme.
    İçeri girince beni farketti. Zamanın geçtiğinden haberi yoktu. Yatsı namazı yeni bitmiş zannederek:
    - Kandili mi alacaksın? dedi. Ben:
    - Hayır, sabah ezanını okudum, dedim. Bunun üzerine sabah olduğunu anladı ve bana:
    - Bu gördüğünü kimseye söyleme, diye tenbih etti. Kendisine söz verdim ve vefatına kadar bunu kimseye söylemedim.
    Hz. imam sabah namazının sünnetini kıldı ve oturdu. Sonra bizimle beraber farzı da kıldıktan sonra çıktı. Ben anladım ki, sabah namazını yatsı namazının abdestiyle kılıyordu. Çünkü mescidin kapısı akşamdan kilitlenmişti.
    İmam-ı Âzam Hazretleri çok da cömertti. Bir gün Şakik-i Belhî ile giderlerken, karşıdan gelen bir adamın, yolunu değiştirdiğini gördü. Durumu farkeder etmez adama yetişip:
    - Beni görünce neden yolunu değiştirdin? diye sorunca adam:
    - Yâ imam, size olan borcumu zamanında ödeyemediğim için utandım, diye cevap verdi. Bunun üzerine İmam-ı Âzam Hazretleri:
    - Eğer sen bu kadar sıkıntı içindeysen, şu insanlar şahit olsun ki, ben senden alacağım olan 10.000 dirhem borcumu sana hibe ettim. Bu vesileyle senin utanmana sebep olduğum için de beni bağışla, kusura bakma, dedi.
    İşte islam ahlakı ve işte İmam-ı Âzam Hazretleri'nin büyüklüğü.
    •●쳭¯˚·._.•кαяşıуαкαℓι 35½•._.·˚¯쳭●•
    Bembeyaz bir dünyada seninle yaşamak varken, böyle uzakta durmak gücüme gidiyor.
    senin sevgini seninle paylaşmak varken seni sensiz yaşamak zoruma gidiyor.

  7. #27
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    dυѕLєяfσяυм üує

    Standart dini hikayeler

    Bir Gün ;
    Hz Musa İbadetini Bitirdikten Sonra Bir Ağacın Altına Oturur.
    Hemen Yakınındaki Çeşmeyi Seyrederken , Atlı Bir Savaşçının Çeşmeye Geldiğini Görür.
    Savaşçı Su İçmek İçin Eğildiğinde Boynundaki Altın Kesesini Islanmasın Diye Çıkarır Çeşme Başına Bırakır.
    Suyunu İçtikten Sonra Altın Kesesini Unutur Ve Yoluna Devam Eder.
    Hemen Arkasından Hoplaya Zıplaya Bir Çocuk Gelir.
    Tam Su İçecekken Altın Kesesin Farkeder Ve Hiç Düşünmeden Alır ve Uzaklaşır.

    Çocuğun Arkasından Çok Yaşlı Bir İhtiyar inleyerek Su İçmeye Gelir.
    Bu Arada Altın Kesesini Su Başında Unutan Savaşçı Keseyi Almak İçin Çeşmeye Doğru Yaklaşır.
    Fakat Çeşme Başında Hiç Bir Şey Bulamaz...
    Hemen Yanındaki Yaşlı Adamın Boğazına Sarılır Ve Altın Kesesini Vermesini İster.
    İhtiyar Ne Kadar "Ben Almadım" Dese de Savaşçıyı İkna Edemez.
    İyice Sinirlenen Savaşçı Kılıcını Çeker Ve Yaşlı Adamı Oracıkta Öldürür.
    Olan Biteni Gören Musa ''Ey Rabbim Bu Nasıl Bir Adalettir'' der..
    "Ben Hiç Bir Şey Bilmiyorum.. Senin İşine sual olmaz ama ben anlamadım" Der.
    Bu isyana benzer açıklıktaki sözlere karşılık Rab şöyle seslenir :
    ''Ey Musa ;
    Ben Sana Benim İşlerimi Anlayacak Kadar Akıl Vermedim ki , sen Benim hakkımda yorum Yapıyorsun?
    Ama Kalbinin Yatışması İçin gerçek Şudur :
    Savaşçı O Küçük Çocuğun Babasının Malını Yağmalamıştı.
    Ölen İhtiyar İse Gençliğinde Çok Güçlü Bir Adamdı
    Ama Bir Hiç Uğruna Bir Köylüyü Öldürmüştü.
    O İhtiyarı Öldüren Savaşçı İşte O Köylünün Oğludur..
    Ey Benim Gafil Kulum Şimdi Tövbe Et
    Çünkü Benim Adaletim İşte Bu Kadar Açıktır."(Alintidir)
    •●쳭¯˚·._.•кαяşıуαкαℓι 35½•._.·˚¯쳭●•
    Bembeyaz bir dünyada seninle yaşamak varken, böyle uzakta durmak gücüme gidiyor.
    senin sevgini seninle paylaşmak varken seni sensiz yaşamak zoruma gidiyor.

  8. #28
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    dυѕLєяfσяυм üує

    Standart

    Tanrı misafiri
    Evvel zaman içinde batıda Yotan diye bir köy varmış.

    Köyde pek namazı niyazı olmayan Ali Mahmut diye bir köylü yaşarmış.

    İşin doğrusu Ali Mahmut dönemin sayılı ateistlerindenmiş.

    Köyün imamı da, cemaat de bu durumdan pek hoşnut değillermiş.

    Gel zaman git zaman ateist Ali Mahmut bir gün vefat etmiş.

    Köyün imamı, 'Ben bu adamın cenaze namazını kılmam' demiş.

    Köy halkı da, 'Allah'a inanmıyordu biz bu herifi gömmeyiz' diye tutturmuş.

    Durumu gören köyün yaşlılarından Müzeyyen Hanım, köyün dışındaki tepelerden birinde, tek başına yaşayan, köylülerin 'İşdeli İsmail' diye andıkları köylüye haber vermiş.

    İsmail'in de pek namazla ilgisi yokmuş ama yine de o köye gitmiş cenazeyi almış ve kendi evinin yakınlarında bir yere gömmüş.

    O akşam İmam Nazmi Efendi, Müezzin Mustafa Efendi ve tüm cemaat uykularında aynı rüyayı görmüşler.

    Ali Mahmut, cennette çok iyi bir yerde keyif yapıyormuş.

    Sabah herkes birbirine rüyayı anlatmış. İmam, müezzin, yanlarına bekçi Şinasi Efendi'yi de alıp, sabah karanlığında yola çıkarak İsmail'in yanına gelmişler. İmam sormuş:

    - Kardeşim sen nasıl bir dua ettin ki bu imansız, Allah katında bu kadar iyi bir yere gitti?

    İsmail Efendi 'Vallahi ben bir şey yapmadım, rahmetliyi gömdüm. Sonra da yüzümü gökyüzüne çevirdim' demiş:

    - Allah'ım bazen soğuk kış gecelerinde, bazen sıcak yaz günlerinde insanlar kapımı çaldı ve biz 'Tanrı misafiriyiz' dediler. Ben de senin misafirlerini en iyi şekilde ağırladım. Misafirleri güvenip bana gönderdiğin için onlara da neyim varsa yoksa yedirdim. Ben sana ilk defa bir misafir yolluyorum, sen de benim güvenimi boşa çıkarma olur mu dedim Allah'a; o kadar.
    •●쳭¯˚·._.•кαяşıуαкαℓι 35½•._.·˚¯쳭●•
    Bembeyaz bir dünyada seninle yaşamak varken, böyle uzakta durmak gücüme gidiyor.
    senin sevgini seninle paylaşmak varken seni sensiz yaşamak zoruma gidiyor.

  9. #29
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    dυѕLєяfσяυм üує

    Standart

    Benden bu kdar sizde de varsa paylaşınn ve + rap lerini vermeyi ve tşk etmeyi lütfen unutmayınnn
    •●쳭¯˚·._.•кαяşıуαкαℓι 35½•._.·˚¯쳭●•
    Bembeyaz bir dünyada seninle yaşamak varken, böyle uzakta durmak gücüme gidiyor.
    senin sevgini seninle paylaşmak varken seni sensiz yaşamak zoruma gidiyor.

  10. #30
    UYARI:
    Kullanıcıların Profil Bilgileri Misafirlere Kapatılmıştır. Görmek için KAYIT olmalısınız.~
    ~Emekli

    Standart

    ELlerıN Dertt Gormesın TsKLer )

Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon

Sistem Bilgileri

Bu sistem vBulletin® alt yapısına sahiptir!
Telif hakları, Jelsoft Enterprises Ltd'e aittir. Copyright © 2024

Uyarı

5651 Sayılı Kanun'un 4.cü maddesine göre üyeler yaptıkları paylaşımlardan sorumludur. Yer sağlayıcı olarak hizmet veren sitemiz hakkında yapılacak tüm hukuksal Şikayetler ile ilgili iletişime geçilmesi halinde size dönüş yapacaktır.

gaziantep escort bayan gaziantep escort deneme bonusu veren siteler bahissitelerivip.com deneme bonusu deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler mjsanaokulu.com Maltepe Escort deneme bonusu deneme bonusu veren siteler maltepe escort kartal escort ataşehir escort pendik escort ankara escort sincan escort eryaman escort bayan ankara escort ankara escort bayan escort ankara ankara escort eryaman escort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort eryaman escort adana escort eryaman escort yetişkin sohbet kameralı sohbet aresbet casino siteleri Grandpashabet moldebet efesbet efesbet giriş getirbet efesbet deneme bonusu deneme bonusu veren siteler 2021 grandpashabet bahis siteleri bahis siteleri bonus veren siteler bahis siteleri canlı casino siteleri deneme bonusu En güvenilir bahis siteleri ankara olgun escort mimarsinanokullari.com