KATLİ VACİPTİR DÖNEMİNDEN MÜSTAKBEL SÜNNİYE ALEVİLER

Geçtiğimiz 20. Yüzyıl ulus devletler çağıdır. 1789 Fransız İhtilali’nin tetiklediği milliyetçilik akımının sonucu olarak girilen bu süreçte, ulus devletler kurulurken, neticede daha önceki devlet biçimi olan çok milletli, çok dinli ve çok dilli imparatorluklar aşılmış ve tasfiye olmuştu. İnsanlık için çok yeni olan bu ideoloji yarattığı etkiyle, milletler konfederasyonu şeklinde örgütlenen ve genelde bir hanedanın yönetici elitle birlikte hüküm sürdüğü monarşileri tarihin derinliklerine gömerken, yıkılan bu imparatorlukların toprakları üzerinde de her biri bir ulusun adını alan onlarca yeni devlet kuruldu. Örneğin bugün Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyet sahası içerisinde otuzun üzerinde ayrı devlet kurulmuştur. Bu süreç halen de devam etmektedir. Eski Yugoslavya’ya bağlı bir cumhuriyet iken geçen ay referandumla bağımsızlığını ilan eden Karadağ daha 120 yıl öncesinde Osmanlı toprağıydı.

Bugün yaşadığımız coğrafyada da çok sancılı, hatta kanlı geçen ve etkileri günümüze kadar devam eden bu süreçte Osmanlı yönetici eliti, devleti milliyetçi ve bağımsızlıkçı akımlarla parçalanmaktan kurtarmak için çeşitli politikalar uygulamaya koymuştur. Bu bağlamda devleti ayakta tutmak için ilk başvurulan politika Osmanlıcılıktır. Adını hanedandan alan ve bu nedenle ülke çatısı altında yaşayan bütün milletleri din, dil ve ırk ayrımı gözetmeden bir arada tutmayı amaçlayan Osmanlı üst kimlikli politika, sert esen milliyetçilik rüzgârının önünde pek fazla tutunamamıştır.

Başta Yunanlılar, ardından da Sırplar önce ayaklanıp, sonrasında da Batılı devletlerin yardımıyla bağımsızlıklarını kazanınca, Hıristiyan unsurları devletin çatısı altında tutmanın mümkün olmadığı anlaşılırken, politika değişikliğine gidilerek, en azından Müslüman milletlerin kopuşunu önleyebiliriz denilerek II. Abdülhamit Dönemi’nde İslamcılık politikası öne çıkarılmıştır. İlk defa Osmanlı padişahları halifelik makamının kendilerine verdiği gücü yoğun bir şekilde kullanıma sokmuşlardır. Ama İslami ortak kimliğe yapılan vurgu ve ümmetçilik siyaseti de fayda etmemiş; Balkan Savaşları sonrası Müslüman Arnavutlar, I. Dünya Savaşı esnasında da Arapların imparatorluktan kopuşu bir türlü engellenememiştir. Sonuçta çağın yeni virüsü milliyetçilik Osmanlı’yı yemiş bitirmiştir.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ KURULUYOR

Arkasından I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkıldığından başkent İstanbul İngilizler tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle de Mustafa Kemal’in önderlik ettiği bir grup asker ve sivil Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır. Bu ekip başlangıçta henüz Türklüğü öne çıkarmazken, Müslümanların birliğine ve Anadolu Hareketi’nin padişah ve halifeliğe bağlılığının altını önemle çizmiştir. Çünkü daha Anadolu’da yaşayan Türk ve Türkmenlerde Türklük ve millet bilinci oluşmadığı gibi, Milli Mücadele’ye destek veren Müslüman unsurların önemli bir bölümü de Türk kökenli olmadığından böyle bir vurgu yarardan çok büyük zarar getirebilirdi. Yoksa Fransız İhtilali sonrası yayılan aydınlanma düşüncesi ve milliyetçi ideolojiden çok yoğun bir şekilde etkilenen Mustafa Kemal ve arkadaşları milliyetçiliğe ve Türk kimliğine yabancı değildi. Aksi takdirde 1924 sonrası Türk milliyetçiliğini devletin resmi ideolojisi yapamazlardı.

Yaşanan süreçte Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hafızasına Balkan devletlerinin ayrılması, Müslümanlığa rağmen de Araplar ve Arnavutların imparatorluktan kopmaları iyice kazındığından ve üzerlerinde büyük bir travma yarattığından Anadolu’da çok dikkatli hareket etmişler ve ayrım yapmadan tüm unsurların desteğini arkalarına almaya çalışmışlardı. Bu bağlamda Mustafa Kemal, Hacıbektaş’a da bizzat gidip Serçeşme’nin o zamanki başı Cemalettin Efendi ile görüşerek, Milli Mücadele’ye Alevi-Bektaşilerin desteğini almıştır. Aynı türden görüşmeler Erzurum ve Sivas Kongreleri müddetince Kürt ileri gelenleriyle de yapılmış ve bunların desteği garantilenerek, batıda Yunanlılara karşı büyük bir harekâta girişilmiştir.

İşte bu desteklerle Milli Mücadele başarıya ulaşmıştır. Yoksa iş sadece batı bölgelerindeki Türk ve Müslüman halka kalsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak mümkün olmayabilirdi. Çünkü zaten Milli Mücadele başlangıçta halktan çok memleketi terk eden Rum ve Ermenilerin mallarına el koymuş eşrafın, Anadolu’dan başka kendilerine vatan edinecek yer kalmamış Balkan ve Kafkas kökenlilerin öncülüğünde gelişmiştir.

Hatta 1922’de düzenli ordunun kuruluşuna kadar verilen mücadele Çerkez Ethem ve benzerlerinin eliyle sürdürülen bir çete savaşı mahiyetindeydi. Bu çeteler de adı üstünde kanunsuz ve nizam tanımadıklarından yaptıkları soygunlar vs. nedeniyle Müslüman ahaliyi dahi bıktırmalarının yanı sıra, Anadolu halkı 1911’lerden beri aralıksız devam eden savaşlardan perişan hale geldiğinden Ankara’ya yeterli desteği vermemiştir. Bu yetmezmiş gibi aynı halk bir de üstelik Marmara Bölgesi yoğunluklu olarak Yozgat çevresinde çıkan Kuvayı Milliye karşıtı çok sayıda şeriatçı, padişah-halife yanlısı isyanlara katılarak Ankara’nın başını epeyce ağrıtmıştır.

Vurgulanması gereken bir diğer ayrıntı da, Milli Mücadele’yi yürüten ve Anadolu’da bu harekete kâfirlerle cihat ediyoruz içgüdüsüyle önderlik edenlerin önemli bir bölümü din adamıdır ve padişaha sonuna kadar bağlıdır.

CUMHURİYET AĞIR VE SORUNLU BİR MİRASA KONDU

Böylesine karmaşık bir ortamda kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan yüzde 80’lere varan oranda köylerde yaşayan, cahil ve geri kalmış 13 milyonluk bir halk, ağır bir borç yükü ve harap olmuş bir ülke devralmıştır. Bunun ötesinde yukarıda ortaya koyduğumuz gerekçelerle genç Cumhuriyet’in arkasında halk desteği de neredeyse hiç yoktur. Kurtuluş Savaşı’nın sonlarında halk bir ölçüde harekete geçti ve Ankara’ya destek verdiyse de, bu daha çok Mustafa Kemal’in kamuoyuna yönelik yaptığı açıklamalarda işgal altında bulunan İstanbul’daki halife ve padişahı kurtarma ve yoğun bir İslami söyleme sarılmasındandır.

Daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce Saltanatın, 1924’te de Halifeliğin kaldırılması ve sonrasında yapılan bazı devrimler halkla devletin manevi bağlarını tamamen ortadan kaldırmış ve var olan görece desteği dahi sıfırlamıştır. Kaldı ki padişah ve Müslümanların başı sayılan halifenin kurtarılması adına destek verilen Kuvayı Milliye Hareketi başarılı olur olmaz, ilk önce destek verilen bu makam ve kişileri tasfiye edilince ortada bir boşluk doğduğu gibi, böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin bir meşruiyet sorunu ortaya çıkmıştı. Ankara daha Milli Mücadele sırasında arkasında çok da büyük bir halk desteğinin olmadığının, bazı şeylerin zoraki yürüdüğünün farkına erken vardığından derhal harekete geçti. Acilen Cumhuriyet’e, yapılan ve yapılmakta olan devrimlere halk desteği sağlanmalıydı. Yoksa bu destekten mahrum bir devleti ayakta tutmak mümkün olmayabilirdi.

Biliniyordu ki, halk halen ülkede her ne kadar Cumhuriyet ilan edilmişte olsa, kalben ve ruhen halife ve padişaha bağlıydı. Bunun da ötesinde özellikle Sünni halk ezici bir çoğunlukla cahil olması bir yana, yobaz din adamlarının, miskin yuvası haline gelen tekkelerin, tarikatların ve şeyhlerin yoğun etkisi altındaydı. Bu bağnaz toplumsal yapının sonucu zaten Milli Mücadele sırasında Ankara’ya yeterli desteği vermedikleri gibi, bir bölümü şeriatçı ve gerici isyanlara katılmıştı.

HALKA GÜVENİLMEDİ

Yaşanan tecrübeler Ankara’da halka çok güvenmemek gerektiği kanısını oluşturduğundan bu tablonun acilen değiştirilmesi gerekiyordu. İşte Cumhuriyet bu arka plandan hareketle bir takım toplumsal devrimlere yöneldi. Devir de zaten homojen bir toplum ve millet yaratma devri olduğundan, böylesine geri kalmış bir halkı hizaya sokacak, güvenilir kılacak ve devlete itaatkâr bir kıvama getirecek devrimlere hız verildi.

Ne yapıldı bunun için?

Önce 1. TBMM yenilenerek bu mecliste bulunan başta İslamcı, muhalif ve halife-padişah yanlısı milletvekilleri tasfiye edildi. Böylelikle TBMM’nin alacağı Halifeliğin Kaldırılması, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, Harf Devrimi, Şapka Kanunu, Şeyhülislamlık makamının iptali gibi kararlara gösterilecek muhalefet devre dışı bırakıldı. Ama bütün bu tasfiyelere rağmen Atatürk’ün çevresinde başta Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir olmak üzere dini duyarlılıkları yüksek ve Halifeliğin Kaldırılması gibi radikal devrimlere karşı çıkan etkili askerler vardı. İşte bunların susturulması için de Diyanet İşleri Riyaseti gibi bir kurum oluşturuldu. Halifelik makamının yetkilerinin de TBMM’nin manevi şahsiyetinde temsil edildiği gibi bir formül ortaya atılarak bu çevrelerin yumuşaması sağlandı. Anlaşılacağı gibi Diyanet, Atatürk’ün çok benimseyerek kurduğu bir kurum değil aksine karşısındaki tutucu muhalefeti etkisiz hale getirmek için verdiği bir tavizdi.

Mademki bu taviz verilmişti, o halde her şey de kendi akışına bırakılmamalıydı. Atatürk burada Diyanet’e ve dolayısıyla bu kurum üzerinden halk üzerinde hegemonya kurulması sürecinde müdahil olmak istedi. Malum Sünni kesimin İslam’ı algılayış ve yaşayışı Atatürk’e göre tamamen yanlıştı. O nedenle de zaten “Ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır” demişti.

Yani halkın dini anlayışını da değiştirmek istiyordu. Bu amaçla Elmalılı M. Hamdi Yazır’a emir vererek 10 ciltlik “Hak Dini Kuran Dili” adında Sünni halk üzerinde etkili olan gerici, kaderci, bilim ve felsefe düşmanı Hanefi-Eşari mezhebine değil, akılcı ve bilime açık bir yorum olan Hanefi-Maturidi’ye uygun bir Kuran tefsiri yazdırttı. Bu tefsiri de bütün kütüphanelere ve müftülüklere dağıttırdı.

ATATÜRK SÜNNİ MÜSLÜMANA DA DEĞİŞ DEDİ

Bu şu demekti: “Ey Sünni halk senin inandığın İslam hurafelere boğulmuş, gericileşmiş; seni akılcılıktan çok nakilci ve kaderci hale getirmiştir. Bu durumu beğenmiyorum. Sen de değişmelisin! Müslüman olarak kalmana bir şey demiyorum ama akılcı, bilime önem veren Hanefi-Maturidi geleneğe kendini alıştırmalısın. Ancak böyle medeni dünyanın önüne çıkabilirsin”

Atatürk Sünnilere kabaca ifade ettiğimiz gibi böyle bir yol göstermiştir. Ya Alevilere ne demiştir?

Önce şunun altını ısrarla çizelim; Atatürk dinin kişinin özel hayatında kalmasını, dinle devlet işlerinin birbirine kesinlikle karıştırılmamasını istediğinden, ısrarla dini ve onun tüm tezahürlerini kamusal alanda görünür olmaktan çıkarma politikası takip etmiştir. Ama karşısında bir de gerçekler ve iktidar savaşları vardır. Diyanet ise zaten bu iktidar savaşında mevzi kapmak amacıyla Ankara’daki Sünni-Müslüman halk adına hareket ettiğini iddia eden güç odaklarına verilen bir tavizdir. Bunu bir kenara yazalım. Böyle olduğu için ve bir de Ankara’da Alevi-Bektaşiler adına oluşmuş bir iktidar odağı bulunmadığından açık söylemek gerekirse, Aleviler Atatürk’ün gündeminde pek yer etmemiştir. Onun mücadelesi çoğunlukla Osmanlı’da Sünni İslam adına iktidarı elinde tutan ve bunu Cumhuriyet döneminde de arkalarında çoğunluk desteği bulunduğunu iddiasıyla sürdürmek isteyenlerledir.

Ayrıca Atatürk hep zamanın yaygın düşüncesi aydınlanma ve pozitivizmin etkisiyle toplum modernleştikçe, dinin toplumdaki ağırlığının ortadan kalkacağı beklentisi içinde olmuştur. Keza daha Selanik’teki çocukluk yıllarından itibaren de Bektaşiler kanalıyla, Alevi-Bektaşilerin yobaz ve çağdışı bir yapıya sahip olmadıklarını bildiğinden bu kesimi modern Türkiye’yi yaratma projesinde büyük bir engel olarak görmemiştir. Bir de üstelik Bektaşi önde gelenleri Cumhuriyet’le beklediğinden daha fazla bütünleşmişlerdir. Hatta bu bütünleşme öyle bir seviyeye varmıştır ki, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu en çok Alevi-Bektaşileri vurduğu halde yine de en az itiraz onlardan gelmiştir. O sebepten Alevi-Bektaşiler, “Onlar zaten bizim tarafta. Destekleri çantada keklik” mantığıyla bakılarak büyük ölçüde bir sorun olarak algılanmamıştır denilebilir.

ATATÜRK BEKTAŞİ Mİ?

Kimilerince Bektaşi olduğu bile yayılan, hatta zamanın Hz. Ali’si olarak lanse edilen Atatürk’ün bakışı bu olsa da, başta Diyanet’in başındakiler, tamamı tasfiye edilemeyen dini duyarlılıkları yüksek iktidar elitleri ile Cumhuriyet’in eğitim ve diğer karar alıcı kurumlarına bir şekilde sızmış Osmanlı artığı, medreselerde yetişmiş Hanefi-Eşari geleneğinden ulema Aleviler hakkında çok farklı düşüncelere sahipti. Onlar Yavuz Selim, II. Mahmut gibi padişahlarla, İbnü’l Kemal, Zembilli Ali Efendi ve Ebu Suud Efendi gibi şeyhülislamların soyundan geliyorlardı. O nedenle Alevileri kendi başlarına bırakmak işlerine gelmiyordu. Zaten ellerinden gelse, atalarının yaptığı gibi çıkardıkları fetvalarla Alevileri katlettirmekten çekinmezlerdi ama artık devir değişmişti. “Kızılbaşlar zındıktır, kâfirdir. Dolayısıyla canları, malları ve ırzları Müslümanlara helaldir. Katledilmeleri vaciptir” demeleri artık mümkün değildi. Onlar ancak asimile edilerek geleceğin Sünnileri haline getirilebilirdi. Atatürk’ün Diyanet tavizi bunun için biçilmiş kaftandı.

Bu kesim Atatürk ve İnönü’nün Tek Parti Dönemi’nde Cumhuriyet’in Diyanet ve ülkedeki dinsel hayatla ilgili icraatlarına pek açıktan ve yüksek sesli karşı çıkamadı ama mücadeleyi de elden bırakmadı. Sürekli mevzi kazanmaya çalıştı. Nitekim daha İnönü Dönemi’nde bazı kazanımlar elde etti. Bunlardan Prof. Dr. Şemsettin Günaltay 1949’da başbakan olmayı başardığı gibi, tüm okullarda kaldırılan din derslerini, en azından ilkokullarda tekrar serbest bıraktırdı.

Bu mevzi kazanma ve kazanılan mevzileri sağlamlaştırma savaşı 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara büyük bir halk desteği ile gelmesiyle daha da hızlandı. Çünkü artık çok partili hayat ve dolayısıyla halktan oy alma için popülizm dönemi başlamıştı. O nedenle de halkı tepeden değiştirme projeleri ya tamamen terk edilmeye başlanmış veya bazılarını askıya almakta sakınca görülmemişti. Demokrat Parti halkın her yönden seviyesini yükseltmek yerine halkın seviyesine inmeyi tercih etti. Oy uğruna gerek sivil alanda gerekse Ankara’da üst yönetim çevrelerinde güçlü temsilcisi olan Sünni kesime, daha doğrusu Osmanlı’dan beri hâkim olan yobaz Hanefi-Eşari anlayışa verilen tavizlerin ardı arkası kesilmeden bugünlere gelindi. Oysa Diyanet başlangıçta çok küçük bir kurumdu. Sünni kesimin iktidar mevkiinde bulunan önderleri bunu çok iyi değerlendirdi ve Diyanet’i bugün devasa bir kurum haline getirdi.

ALEVİLERİN DEĞİŞİMİ ZAMANA BIRAKILDI

Oysa Diyanet’in kuruluşunda Sünniler biraz modernleşsin, hurafelerden sıyrılsın, aklı ve bilimi öne çıkaran bir İslam anlayışına ulaşsınlar niyeti güdülmüştü. Alevilere de, “Onlar zaten yobaz değil. Akılcı ve bilime önem veren Hanefi-Maturidi anlayışa biraz yaklaşırlarsa da her iki taraf aşırılıklarını törpülediklerinden Alevi-Sünni ortak bir noktada buluşur. Devletin istediği çerçevede bir Müslüman toplum ortaya çıkar” diye bakılmıştı. Görüldüğü gibi aslında Cumhuriyet hem Sünnileri hem de Alevileri değiştirmeyi istemişti. Sünnileri değiştirme işini Diyanet’e, Alevilerin değişimini de daha çok zamanın akışına bırakmıştı. Ama Diyanet Sünnileri Cumhuriyet’in yukarda bahsettiğimiz hedefleri doğrultusunda değiştirme anlayışına zaten başından ısınamadığından bunu kısa zamanda terk ettiği gibi, Osmanlı dönemindeki yobaz İslam anlayışına ve Şeyhülislamlık heveslerine geri dönmekte zorlanmadı. Bu devletin tepesindeki iradenin özellikle sivil kanadında şeriata taviz verme yönündeki çabalarıyla at başı gitti.

O zaman da Diyanet, tüm toplumu eski İslam anlayışına uygun olarak eğitme ve dönüştürme çalışmalarına siyasilerin de desteğiyle hız verdiği yetmezmiş gibi, Cumhuriyet’in bir nevi ihmal ederek kendi kaderleriyle baş başa bıraktığı Alevilere de Sünnileştirmek amacıyla el attı. 1950’lerden bu yana Aleviler ve Alevilik üzerine eğilmeye başladı. Ancak o zamanlar Aleviler bugünkü kadar gündemde olmadığından, 1960’lı yıllarda kısa bir süre gündeme gelmeleri hariç, 12 Eylül 1980’e kadar unutulmaya terk edildiler.

Diyeceksiniz ki, Cumhuriyet’in Koçgiri ve Dersim’de Alevilere yönelik katliam derecesindeki icraatlarını nereye koyacağız? Unutulmasın, bunlar Alevileri dinsel bağlamda hedef almamıştır. Bu iki hadise daha çok etnik ve yerel temelde bazı feodal rahatsızlıklardan kaynaklanmıştır.

ALEVİLER İÇİN MİLAT 12 EYLÜL’DÜR

Cumhuriyet döneminin Alevileri asimile etme planları hep vardır. Lakin haksızlık etmeyelim, diğer bazı öncelikli sorunlar yüzünden kimse gece gündüz yatıp kalkıp Alevilerle uğraşmamıştır. Ancak iş 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte çok farklı bir boyut kazanmıştır. Aslında burada da amaç doğrudan Aleviler değildir. Ama değil mi ki, onlar sol akım ve partilere en büyük desteği vermiştir, o nedenle artık doğrudan askeri rejimin hedef tahtası haline getirilmişlerdir.

“Made in USA” markalı 12 Eylül Cuntası tüm gücüyle solu ezmek ve ABD’nin Sovyetler Birliği çevresinde Yeşil Kuşak Projesini uygulamak için gelir gelmez harekete geçti. Toplumu yoğun bir İslam propagandasına tabi tuttu. Ama Alevilere de doğrudan el atıldı. Derhal bizzat vali ve kaymakamların, yerel askeri makamların baskısıyla Alevi köylerine camiler inşa edilmeye başlandı. Din dersleri zorunlu hale getirildi. Cunta sivil hükümetlerin açmadığı kadar imam-hatip okulu açtı. Toplumun dincileştirilmesi ve antikomünist duyarlılığının artırılması için Diyanet her yönden daha da güçlendirildi. Bu da Diyanet’in arayıpta bulamadığı bir fırsattı. Bu defa arkasında darbe yapmış bir ordu vardı. Kısacası bu dönemde Alevileri asimile etmek resmen bir devlet politikası haline getirilmişti. Burada artık Alevilere açıkça “müstakbel Sünni” olmak dayatılıyordu. Bu politika dinciliği beslemekten ağızları yandığından askerler bu işin peşini bıraksa da halen tüm hızıyla devam ediyor.

Ancak Diyanet’in aşırı şişerek güçlenmesi, toplumun daha çok dincileşmesi de soğuk savaşın sona ermesinden itibaren bu işi kendi elleriyle yapan yüksek askeri ve sivil egemenleri rahatsız etmeye başladı. Kendi elleriyle yarattıkları canavarı kontrol edemedikleri gibi, bir de üstelik ağababaları ABD’nin düşman konsepti değişmiş, komünizmin yerini İslam tehlikesi almıştı. Onlar da Türkiye’de gecikmeden tehlikenin adını irtica diye koydular. Fakat bizde böyle bir tehlike sivillerin elinde ortaya çıkmadı. Bunu bizzat yönetime el koydukları dönemde askerler besledi. Hatalarını 28 Şubat gibi post modern darbelerle telafi etme yoluna gittilerse de, artık iş işten geçmişti. Düzeltmeye çalıştıkça daha da battılar.

ARTIK KİMSENİN ORTAK BİR TÜRKİYE HEDEFİ YOK

Bugüne geldiğimizde toplumda dincileşme ve muhafazakârlaşma geri döndürülemez bir düzeye geldiğinden, devletin tepesinde iş iktidar ve mevzi kazanma savaşlarına dönüşmüştür. Türkiye’de artık kimsenin toplumun bütününü gözeten bir bakış açısı ve icraatı yoktur. Bir yanda askeri ve sivil bürokrasi, bunların sivil uzantısı devlet partisi CHP, ulusalcı milliyetçiler ile bazı küçük bağlaşıkları ellerindeki silahlara ve geleneksel “asıl iktidar” konumlarına güvenmektedir. Diğer yanda da hükümet eden AKP ile benzeri partiler ve İslamcı güçler de türban, imam-hatip diyerek mobilize edebileceklerini düşündükleri işsiz, mesleksiz ve dindar kalabalıklara dayanarak ha bre çekişmektedirler. Türkiye’nin geleceğini bu iki güçten hanginin galip geleceği belirleyecektir.

Alevilerin Türkiye’deki kaderini de bugüne kadar anılan iki gruptan daha çok birincisinin plan ve icraatları belirlemiştir. O nedenle Alevilerin yeri kesinlikle ne askerin ne de onların karşısında konumlanan güçlerin yanıdır.

Aleviler bundan böyle kaderlerini kendileri belirlemek zorundadır. Çünkü çekişen her iki iktidar gücü de sadece ya kazandıkları mevzileri korumak veya yenilerini kazanmak çabasındadır. Böyle bir oyunda da Alevilere değil başrol, rol bile düşmez. Olsa olsa bugüne kadar olduğu gibi, “irtica geliyor”, “yobazlar bir gelirse sizi kıtır kıtır keserler”, “sizi ancak biz koruruz”; “sizler cumhuriyet ve laikliğin aslan gibi bekçilerisiniz” diye kâh korkutup kâh pohpohlayarak askerin ve CHP’nin ardında hiçbir karşılık beklemeden saf tutmalarının sağlandığı figüranlık düşer.

O sebeple böyle bir kısır döngüden kurtulmanın ve Alevilerin mevcut taleplerinin karşılanmasının yolu başrol oynamayı istemekten, daha doğrusu siyasallaşmaktan geçmektir. Sorunlarına çare, siyasetin nesnesi değil öznesi olmaya talip olmalarıdır. Çünkü Alevilerin sorunları, talepleri ve onların çözüm yolları politiktir. Bunlar da ancak ve ancak sorun ve taleplerin sahibinin bizzat siyasetin içinde aktif ve aracısız bir şekilde var olmasıyla mümkündür. Hiçbir parti ve güç arkasında bu kadar kolay saf tutan birilerini ciddiye almaz ve sorunlarının takipçisi olmaz.

Çok önemli ve hassas gelişmelerin yaşandığı bu son dönem Alevilerin de kararlarını verme zamanıdır. Aymazlığın faturası bundan sonra daha da ağır olacaktır.

Ey Aleviler! Yeni dönemde kimsenin arkasında saf tutmadan kendi sorunlarınıza kendiniz mi sahip çıkacaksınız? Yoksa bugüne kadar olduğu gibi bazılarınızın çok hoşunuza giden figüranlık rolüne daha fazla mı sarılacaksınız?

Önümüzdeki on yıllarda kaderinizi belirleyecek kararı vermek halen sizin elinizde. Ama acele etmezseniz geç tarihte alacağınız bir karar hem etkili olmaz hem de belki böyle giderse elinizde karar yeter sayısına ulaşacak Alevi kalmayabilir. O zaman geldiğinde kesinlikle çoğunluğunuz artık çiçeği burnunda taze Sünniler olacağından küçük bir salonu bile dolduramayabilirsiniz.

Siz bilirsiniz. Zaman işliyor ama aleyhinize!