Alevi ve Bektaşiler, neden camiye gitmiyorlar?





1) Bilindiği gibi Hz. Muhammed’in soyu Kureyş kabilesinden gelmektedir. Kureyş kabilesi ise; Abdümenaf’ın aynı bâtında doğan iki oğlunun temsil ettiği kabiledir. Bu iki kardeş: Haşim (Amr) ve Abdüşems’tir.

2) Haşimiler: Abdimenaf- Haşim (Amr)- Mutallib- Abdulmutallib (Şeybe)-Abdulmutallib’in oğulları, Abdullah ve Ebu Talip’tir. Abdullah’ın oğlu da Hz. Muhammed’tir. Ebu Talib’in oğlu ise Hz. Ali’dir.

3) Ümeyye oğulları: Abdimenaf-Abdüşems- Ümeyye- Harb- Sahar (Ebû-Süfyan)- Muaviye ve Yezid’dir. (Emeviler)

Daha İslamiyet öncesi Kâbe’nin yönetimi ile ilgili olarak başlayan bu iki ailenin düşmanlıkları, Kerbelâ’ya kadar sürmüş, hatta Kerbelâ’dan sonra da devam etmiştir.

Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra hilafet, Ümeyye oğullarının eline geçmişti. Daha Hz. Peygamber zamanında başlayan ayrılıklar, Hz. Peygamber’in Hakk’a yürümesinden sonra giderek artmıştır. Özellikle Ümeyye oğullarından Muaviye ve oğlu Yezid, hilafeti ellerinde tutabilmek uğruna Hz. Ali ve onun soyuna akla ve hayale gelmeyecek hile ve kötülükler yapmışlardır. Yüz yıllar boyunca camilerde, Hz. Ali ve soyuna küfürler edilmiş, Hz. Ali ve soyu için akla va hayale gelmeyecek hakaretler yapılmıştır. Hz. Ali ve onları sevenlere, onlara taraftar olanlara korkunç işkenceler uygulanmıştır.

Ancak, Emevi saltanatının sona ermesiyle birlikte bitecek sanılan bu zulüm, Abbasiler döneminde de devam etmiştir. İşte bu sebeptendir ki, Ehl-i Beyt dostu ve taraftarı olan Alevi ve Bektaşiler, giderek camiden uzaklaştılar ve ibadetlerini evlerinde veya cem evi adı verilen kutsal mekanlarda yapmaya başladılar.

4) Bir başka neden de, Alevi ve Bektaşilerin İslam anlayışından ileri gelmektedir. Türkler İslamiyet’i kabul ettikleri zaman, Başta Hz. Muhammed olmak üzere, Hz. Ali ve onun soyundan gelenlere büyük bir muhabbetle bağlandılar. Bu arada Hoca Ahmet Yesevi’nin başlatmış olduğu tasavvuf akımı, Türkleri de etkiledi. Türkler, Kuran’ı ve İslamiyet’i, kendikerine göre yorumladılar. Kuran-ı Kerim’deki, “salât” ve “namaz” terimlerini, “dua ve ibadet” olarak kabul ettiler. Bugün Alevi ve Bektaşilerin cem evlerinde uyguladıkları da budur, yani dua ve ibadettir, bunu yaparken de Ehl-i Beyt sevgisi ve Kuran’ın gerçek yorumuna uygun bir biçimde hareket edilmektedir.

Bunu biraz daha açacak olursak, Alevi-Baktaşi inancında, beş vakit namaz yoktur. Alevi-Bektaşi ibadetindeki cemin, erkân ve ritüellerine dönecek olursak; kıyamın, rükunun ve secdenin olduğunu açıkça görürüz. Namaz sözü Kuran’da salât olarak dile getirilir. Salât, kulun Allah’a takva yoluyla yönelişidir. Bu yöneliş, Alevi-Bektaşi geleneğinde niyaz ile yapılır. Bu yöneliş, tamamen kulun kendi iradesine göre yapılan bir teslimiyet halidir ve bunun için de bir mabet veya camiye gerek duyulmaz; gök kubbenin altında her yer bir mabettir, her yer bir ibadet yeridir. Çünkü Cenab-ı Allah Kuran’da: “Sen nereye dönersen orada benim yüzümü görürsün” diyor.

1. Namaz: Namaz, Kuran’ın pek çok ayetinde “salât” olarak geçer. Salât, aynı zamanda salavâttır. Salavât, ibadet olarak alındığı gibi, aynı zamanda Hz. Muhammed’e ve onun Ehl-i Beyt’ine okunan duadır. Aleviler Salâvatı, dua ve ibadet olarak kabul ederler. Çünkü Cenab-ı Allah Kuran’da: “Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salavât getirirler. Ey müminler! Siz de ona ve yakınlarına salavât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin” buyrulmuştur.
Yine Kuran’da: “Ey ümmetler! Her birinize bir şeriat ve bir minhaç (ışıklı yol) verdik. Allah, dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde, sizi denemek için böyle yaptı” denmektedir. Şu ayette de: “Biz her ümmet için bir ibadet şekli belirledik; onlar onu izlerler” diyor. Kuran ayetlerinde görüldüğü gibi, Allah, her ümmet için bir yol ve ibadet şekli belirlemiştir.
Kuran’da Hz.İbrahim’e: “İnanan kullarına söyle: Dua ve ibadet etsinler” deniyor.
Şu ayetlerde de: “İsrail oğullarından şöyle bir söz almıştık: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin, anne-babaya, akrabaya, yetime, yoksullara iyilik ve güzellikle davranın. İbadeti dosdoğru yapın, zekatı verin…” deniyor.
Hazret-i İsa: “Beni bulunduğum her yerde kutsal ve bereketli kıldı. Yaşadığım sürece bana ibadeti, zekatı önerdi” demektedir.
Görüldüğü gibi, Cenab-ı Allah, Kuran’da, “Biz her ümmet için ışıklı bir yol ve ibadet şekli belirledik” diyor. Yine İbrahim Peygamber’e, ibadet et, zekatı ver diyor. İsrail oğullarına, Allah’tan başkasına ibadet etmeyin diyor. İsa Peygamber de:“Allah bana ibadet ve zekatı önerdi” diyor. Biz biliyoruz ki, her peygamberin ve onlara bağlı olanların ibadet şekli ayrı ayrıdır. Ellerinde Tevrat veya İncil olduğu halde dua ediyorlar. Öyle ise Allah, onların bu yaptıklarını ibadet olarak kabul ediyor. Çünkü Cenab-ı Allah, yapılan ibadetin şekline değil, özüne bakmaktadır. İşte, Alevi ve Bektaşiler, bu bağlamda Kuran’ın tasavvufi yorumunu esas alarak, kendilerine özgü bir ibadet şekli benimsemişlerdir. Bu ibadetin içerisinde kıyam, rüku, secde, dua ve tevhit vardır ve bu ibadeti de cem evlerinde yerine getirirler.

Evet vardır. Kuran’da: “Andolsun tan yerinin ağırma vaktine, on geceye” diyor. Yine Kuran’da: “Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korunmanız umulmaktadır” deniyor. Bu ayetler: Muharrem orucu ile ilgilidir. Kuran’da: “Andolsun tan yerinin ağırma vaktine, on geceye” deniyor. On geceden kasıt, on gün tutulan oruçtur. Sizden öncekilere farz kılındığı gibi demekle, Hz. Muhammed öncesi peygamberleri kastediyor. Çünkü Kuran’da: “Sizden önce gönderdiğimiz resullerimize uygulanan yasa da buydu. Sen bizim yol ve yasamızda değişme bulamazsın” deniyor.
İşte, Hz. Muhammed öncesi tutulan oruç, Muharrem orucudur, bu orucu Hz. Peygamber’imiz de tutmuştur. Öyle ise hangi peygamberler bu orucu tutmuştur? Kuran yorumcuları şöyle açıklıyorlar:
1. Adem Peygamber, 10 Muharrem günü eşi Havva ile buluştuğu zaman, yüce Allah’a şükranlık orucu tutmuştur.
2. Nuh Aleyhisselam, 10 Muharrem günü tufandan kurtulunca, şükranlık orucu tutmuştur. Ayrıca o gün gemide kalan erzakları bir araya getirerek aşure pişirmiştir. Aşr, on demektir, aşur veya aşura, Muharrem’in onuncu günü pişirilen buğday tatlısıdır.
3. Hz. İbrahim Peygamber, Nemrut’un attığı ateşten kurtulunca, Allah’a şükretmek için oruç tutmuştur.
4. İshak veya İsmail Peygamber, kurban olmaktan kurtulunca, şükranlık için oruç tutmuştur.
5. Yakup Peygamber, oğlu Yusuf’a kavuştuğu zaman şükranlık için oruç tutmuştur.
6. Eyüp Peygamber, ağır dertlerinden kurtulunca şükranlık için oruç tutmuştur.
7. Yunus Peygamber, balığın karnından kurtulunca şükranlık için oruç tutmuştur.
8. Musa Peygamber, Firavun’un gazabından kaçarken, Kızıl Denizin, mucizevi bir şekilde kendisine yol vermesinin şükranlığı için oruç tutmuştur.
9. İsa Peygamber, şükranlık için oruç tutmuştur
10. Allah’ın Resulü, Hz. Muhammed Mustafa da Emevilerin zulmünden kurtulmak için Medine’ye hicret etti. Medine’ye sağ salim dönmesinin şükranlığı olarak on gün oruç tuttu ve aşure pişirdi.
İşte, isimlerini saydığımız bu peygamberler, kendileri için kurtuluş, kavuşma ve müjde günü sayılan bu günlerde, bir gün kendileri için, birer gün de kendisinden önceki peygamberlerin tuttuğu orucu tutmuşlardır. Bu peygamberler için kurtuluş veya müjde günü sayılan on muharrem günü, Hz. Peygamber’in torununa felaket ve musibet günü olmuştur.

2. Oruç: Alevilerin kendilerine özgü bir oruç anlayışları vardır. Oruç Allah rızası için tutulmalıdır. Oruç deyince hemen aklımıza Ramazan ayı içerisinde hiçbir şey yemeden, içmeden tutulan 30 günlük oruç ve aç durmak gelir. Aslında oruç bu değildir, oruç tüm azaların orucudur. Yani beden orucudur. Alevilerin de tutmakla yükümlü oldukları oruçlar vardır. Ama, Alevilerin oruç anlayışı, sadece aç durmak anlamında değildir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Elin orucu: Oruçlu olan bir kimse, hiçbir vesiyle harama el uzatmamalıdır.
Dilin orucu: Oruçlu olan kimse hiçbir vesiyle yalan, küfür, dedikodu ve gıybette bulunmamalıdır.
Belin orucu: Oruçlu olan bir kimse, zinadan ve şehvetten uzak durmalıdır.
Gözün orucu: Oruçlu olan bir kimse, hiçbir şeye kötü gözle bakmamalıdır ve gafletten uzak durulmalıdır.
Kulağın orucu: Oruçlu olan bir kimse, tüm kötü fiillere kulağını kapamalı, yasaklanmış olan şeyleri duymamalıdır.
Nefsin orucu: Oruçlu olan kimse, tüm nefsani duygulardan uzak durmalıdır, şehvetten kendisini korumalıdır.
Kalbin orucu: Oruçlu olan kimse, her an Allah’la beraber olduğunu bilmeli, hiçbir vesile Allah’tan uzak olmamalıdır, her an için tefekkürden uzak kalmamalı ve vermiş olduğu nimetlerden ötürü, Allah’a şükretmelidir.
İradenin orucu: Cenab-ı Allah, ahseni takvim üzere, yani en mükemmel olarak yarattığı insana, diğer varlıklardan fazla olarak “irade sıfatı” vermiştir. Oruç tutabilen bir kimse, iradesine hakim kimsedir. Nefsimiz bizden pek çok şey isteyebilir. Eğer biz, nefsimizin her istediğini ona verecek olursak, onun tutsağı oluruz. O vakit irademiz elimizden gitmiş, onun tutsağı sayılırız. Ama, acıktığı zaman yemek, susadığı zaman su vermezsek, herhangi bir kötülüğe sebep olabilecek fiili yerine getirmezsek, o vakit biz irade sahibi sayılırız ki, bu da bizi kemale ulaştırır.
Ruhun orucu: Cenab-ı Allah’ın kendi öz cevherinden ve tertemiz olarak bize verdiği ruhumuzu, manevi duygularla beslemeliyiz. Nasıl ki, müzik ruhun gıdasıysa, buna benzer tüm ibadetlerimiz de ruhun gıdasıdır. Buraya kadar saydıklarımızı gereği gibi uygulayabilirsek, bu hareketlerimizin tümü, ruhun gıdasıdır. Bir Alevi veya Bektaşi, ikrar verip musahip olur, muntazam Hakk, Muhammed, Ali yoluna devam ederse, her sene görgüden geçip üzerinde kul hakkı bulundurmazsa, hayat boyu oruçlu sayılır. O Allah’tan, Allah’ta o kulundan razı olur.

Namaz,Farsça bir kelimedir, Arapça’sı “ “Dua” , Türkçesi “Tanrı’ya yalvarıp yakarma, dilek dileme” dir. Farsça’da, dua etmek yerine “namaz handan ” yani “ dua okumak, dua etmek “ denir.
Kur-an’ı Kerim’deki “Salat” kelimesi, Türkçeye çevrilirken “Namaz” diye aktarılmış, bu bir gelenek halinde sürmüştür.

Kur-an’ı Kerim’de “Ey müminler! Günde 5 vakit namaz kılınız (sabah,öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazı eda ediniz ve bu 5 vakit rekat sayıları da şunlardır…) diye Cenabı Hakk’ın açık bir emri yoktur. Hz. Yusuf’tan, Musa’dan, Firavundan, Ebu Lehep’den vb. uzun uzadıya kıssalar sunan Cenabı Hak, namazdan hiç böyle detaylar vermemiştir. Sadece ve kısaca 37 yerde “ Salat eyleyin” emri geçmiş fakat salat’ın nasıl kılınacağını genişçe anlatmamıştır.

Kur-an’da, Allah en çok zikir üzerinde durmuş, zikir ayetlerinden birinde “Allah’ın zikri en büyük ibadettir” buyurmuştur. Bir başka ayette de “Benim gerçek mümin kullarım otururken, dururken, bir yere yaslanıp otururken hep beni anarlar” (Ali imran ve müzzemmil suresi 5- 6- 7- 8 ayetlerinde) buyurmaktadır.
Aleviler Kur-an’ı Kerim’in zahir anlamı ile değil, batın anlamı ile amel eder, ibadetlerini buna göre yaparlar.
Alevililerin Aleviliğe göre, Sünnilerin Sünniliğe göre ibadet biçimleri vardır. Sünnilikteki NAMAZ’ın karşılığı, Alevilikte NİYAZ’dır. Yani, Sünni’nin namazı, Alevilerin de niyazı vardır.
Namaz da , niyaz da dua’dır, ibadettir.
Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm erenler, mutasavvıflar, hep niyaz’dan, salat-ı daimden yana olmuşlardır. Bir Sünni bilgini, rahmetli Prof. Dr. Mahmut Eröz, Alevilik üzerine yaptığı bilimsel –sosyolojik araştırmalar sonunda elde ettiği gerçekleri, bu konuyu bilmeyen Sünni yurttaşlarımızın da okuyup anlaması için yayınladığı kitapta diyor ki ;
“Türkler, kitleler halinde İslamiyet’i kabul ettiler, şehirlerde yeni dinin bütün icapları yerine getirilirken, göçebeler, Müslümanlığı şeklen kabul ettiler.Göçebe Türler eski dinlerinde olduğu gibi, şimdi de kadın – erkek bir arada bulunuyor ve ibadetlerini ( cem ibadetini) büyük vecd (coşku) ve heyecan içinde müzik ve semah dönerek yapıyorlardı. Bu hususu çok iyi bilen Yesevilik, Orta Asya göçebeleri arasında yayılma başarısı gösterdi.
Bu ayinlerde mâşeri vicdan, kolektif şuur, en güçlü ve en galeyanlı haline ulaşır. Bizim “ mum söndü” zannımızdan tamamen aksi yönde, iffetli ve saygılı bir tavır ve davranış içinde yapılan cem törenlerinde ve bütün hayatın çeşitli evrelerinde, kadınlar (bacılar) cemaatin manevi kontrolü ve himayesi altındadır. Kadınların (bacıların) namusu, cemaatin namusu demektir. Kızılbaş-Alevi-Bektaşi cem evlerinde,aile kurumunun kutsallığı ve namus anlayışını biraz aşağıda göstereceğiz. Burada hemen belirtelim ki, bu kapalı toplantılar, birer işret ( içkili alem), ahlaksızlık meclisi asla değildir. “Hak Meydanı” adı verilen, Hakkın, hakikatin orada doğduğuna inanılan birer ibadet meclisidir. Bu ibadet, şeriat’daki namaz karşılığıdır. Buna ise niyaz denir.
Alevi- Bektaşilerin inanışlarına göre, şeritte namaz,camide imamın arkasında kılınır.
Tarikatta ise, cemal cemale, yüz yüze kılınır. KABE, insanın gönlüdür. “ Adem’e secde ediniz ! “ ayeti gereğince, insana secde edilir. Kabe’de nasıl, Kabe’nin etrafında bir halka namazı kılınırsa, burada da öylece bir Halka Namazı olur. Bu, eski Türk tarihinin, İslam’i bir şekilde yorumundan başka bir şey değildir. Ancak, bu bile, bu saf ve temiz insanların, nasıl yanlış ve kötü şekilde yorumlandığını göstermeye yeter sanırız. (bk; Doç.Dr. Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik – Bektaşilik, sf.309).